Kategoriler

22 Haziran 2025 Pazar

Jack London - Martin Eden

 


Yazar: Jack LONDON
Yıl     : 1909


        Martin, bıçkın delikanlı. Kavganın haklı olan tarafı. O başlattı, dedi bana: Hayat! "Daha küçük bir çocuktum, ilk yumruğu o attı. Ardımda bir kalabalığın gürültü cümbüşü vardı, ancak tek başıma dövüşüyordum." Gülümsedi, ahvalini anlatacağı alıntıyı söylemeden önce. Bir yerde okumuş: "Krala diz çökmezdim, prensesi hesaba katmamışım."

        Çok yenilmişti ama sonu elbet zaferle bitenlere yenilgi denir miydi ki? Çukurlarla yüzündeki ve yaralarla ellerindeki, en hayat dolu o gülermiş, öyle söyledi; köşeli şapkasından, dörtgen kesimli pantolonundan onu ayırt edenler.

        Toplumunun içindeyken ve bilmezken eksikliklerini, mutluydu; hem bilmek mutsuzluk değil miydi sanki?

        Her şeyin sahibiyim ben aslında, diye böbürlenirken her şey aynı mıydı yoksa her şeyin düşmanı mı olmuştu; hiçbir şeyin değişmediğini sanıp...

        Bir roman nereden baksanız toylukları kaldıran, okumaya başlayınca seyredip dinlediğiniz ne varsa kaybedip ortadan tozunu attıran. Düşsüz uykulardan muzdaripseniz rüyalar canlandıran bir roman.

        Garip ki ilk okuduğum kitabın yazarı London, beyaz düşlerimi dişlediğim bir dönemde bence en nadide eseriyle ve yaşadığım değişimleri hissettirmesiyle çıkageldi bana.

        Ölümsüz olmak nasıl bir duygudur ki acaba?

        40 yaşında göçen bir adama milenyumdan saygılı satırlarımla: Çok yaşa!

Altını Çizdiğim Satırlar


        Sigarasını yaktı, iyi geceler dedi ve yürüyüp gitti. "Gel de şaşırma," dedi fısıldarcasına. "Aynasıza bak, sarhoş sandı beni iyi mi?" Kendi kendine gülümsedi ve derin düşüncelere daldı. "Gerçi öyleydim," dedi ve peşinden ekledi: "Bir kadının yüzüne bakıp sarhoş olacağımı hiç sanmazdım."


        Sadece onu düşünmek bile Martin Eden'ı yüceltiyor, saflaştırıyor, daha iyi biri haline getiriyor ve daha da iyi olmak istemesine yol açıyordu. Onun için yeni bir şeydir bu. Kendisini daha iyi biri haline getiren kadınlar tanımamıştı daha önce. Tersine, onu canavarlaştırırdı kadınlar.
        Kadınlar ona hiç rahat vermezlerdi, ama Martin onları hiç dert etmez ve kendisi sayesinde daha iyi insan olabilecek kadınların var olduğunu aklına getirmezdi.


        "Sen daha bana ismini söylemedin ki," diye terslendi kız.
        "Sormadın ki," derken gülümsedi Martin. "Hem ilk tahmininde bildin adım Bill işte."
        "Ya, ya, doğrudur, doğrudur." Sonra tutkulu ve davetkar gözlerle Martin'in gözlerinin içine baktı. "Nedir adın hakkaten?" 
        Sonra tekrar baktı. Kadınlar yüzyıllardır cinsellik denilen şey başladığı andan itibaren gözleriyle konuşurlardı. Martin kayıtsızca kızı tarttı; biliyordu ki şu anda bu kadar cesur olan gözlerin sahibi, eğer kendisi üzerine giderse, cilveli ve mahcup bir edayla geri çekilecek, kendisi geri çekilirse bu kez aynı oyuna tekrar başvuracaktı.


        "Bilgi, bana bir harita odası gibi geliyor. Kütüphaneye her gidişimde bunu düşünür etkilenirim. Öğretmenlerin rolü, çocuklara harita odasının içinde ne olduğunu sistemli biçimde öğretmek. Öğretmen, harita odasındaki rehberdir, hepsi o. O bilgiler onların kafalarının içinde değil. İcat eden, yaratan onlar değil. Her şey o harita odasında. Öğretmenler harita odasından nasıl yararlanacaklarını bilir. Onların işi, normalde orada kaybolabilecek kişilere yol göstermektir. Halbuki ben kolay kaybolmam. Yön bulma yeteneğim kuvvetlidir. Bilirsiniz bir filonun hızı en yavaş geminin hızı kadardır. Öğretmenlerin de hızı böyledir. En yavaş öğrencilerinin hızında öğretmeleri gerekir. Bense öğretmenlerin sınıf ortalamasına göre belirlediği hızdan çok daha hızlı gidebilirim. 
        " 'En hızlı giden, yalnız gidendir,' " dedi Ruth. 


        Öfke ve incinme, o an bulunduğu yerin çok altındaydı. Muhteşem bir görüm yaşıyor, kendini bir tür tanrı gibi hissediyor ve şu böcek adam için ancak derin ve korkunç bir acıma duyabiliyordu. 


        Cennetteki azizler saflıktan ve güzellikten ayrılabilir miydi? Onların anlatılacak bir yanı yoktu. Ama ya çamurdaki azizler; işte asıl ebedi harikalar onlardı. Hayatı yaşamaya asıl değer kılan, onlardı. Adaletsizliğin, kötülüğün çirkefinden yükselen ahlaki görkemi fark etmek; kendinden uzaklaşarak çamurlu gözlerdeki zor fark edilen ve uzak güzelliği yakalamak; bütün o zayıflığın, irade zaafının ve ahlaksızlığın içinden, tüm o cehennemi, vahşiliğin arasından yükselen gücü, hakikatı ve yüce manevi donanımı görmek...


        Eli ve kafası durmadan çalışan zeki bir makine, mevcudiyeti o zekanın varlığına armağan olmuş bir insandı.


        Sürekli eskilerin yerin yeni listeler geliyordu. Okumalarında rastladığı, bilmediği veya kısmen bildiği her kelime bir kenara not alınıyor, sonra da yeteri kadar birikince daktilo edilip aynanın kenarına veya duvara iğneleniyordu. Hatta cebinde de liste taşıyor ve sokakta bulduğu boş vakitlerde kasapta veya bakkalda sıra beklerken gözden geçiriyordu.


        Zaten Martin bir adamın neden işinden bahsetmemesi gerektiğini bir türlü anlamamıştı.
        Haftalar önce "İşten bahsetmeye bu şekilde karşı çıkmak saçma ve haksız," demişti Ruth'a. "İçlerindeki en iyi şeyi birbirlerine vermeyeceklerse erkekler ve kadınlar hayatta niye bir araya gelir ki? İçlerindeki en iyi şeyse ilgilendikleri, geçimlerini sağladıkları, gece gündüz çalıştıkları, rüyalarında bile görüp iyice uzmanlaştıkları şeydir. Mesela bay Butler'ın görgü kurallarının gerektirdiğini yapıp Paul Verlaine veya Alman tiyatrosu ya da D'Annunzio romanları üzerine fikirlerini beyan ettiğini düşün. Sıkıntıdan patlardık. Kendi adıma, bay Butler'ı dinlemem gerekse, kanunlar hakkında konuşurken dinlemek isterim. Ondaki en iyi şey bu ve hayat o kadar kısa ki tanıştığım her erkek ve kadından en iyi şeyi almak isterim."


        "...bir insanın düşüncelerini alıp, allayıp pulladıktan sonra yine ona sunarak istediğiniz kişiyi kandırabilirsiniz."


        ...kendi küçük hayatlarını dar kafalı küçük formüllere göre yaşayanları, bir araya toplaşmış sürüler dışında var olamayan varlıkları, yaşamlarını başkalarının düşüncelerine göre kalıplara sokanları, kölesi oldukları çocuksu kurallar nedeniyle gerçekten yaşamayı ve birey olmayı beceremeyenleri düşününce bir iki kez acı kahkahalara boğuldu.


        ...çağrılmayan ve beklenmeyen son bir tanesi daha geldi. Dar kenarlı şapkası, kare kesimli kruvaze paltosu ve kasıla kasıla yürüyüşle bir zamanlar kendisi olan genç kabadayı.
        "Sen de ötekiler gibiydin, genç," diye dudak büktü ona. "Senin de ahlakın, bilgin tıpkı onlarınki gibiydi. Kendi adına düşünüp, kendin gibi davranmıyordun. Senin de fikirlerin, tıpkı giysilerin gibi başkaları tarafından üretilmiş; eylemlerini toplumsal onay biçimlendirmişti. Sen çetenin reisiydin, çünkü diğerleri senin gerçek olduğunu ilan etmişti. Çetenin başına geçmek için dövüştün ve geçtin, ama kendin istediğin için yapmadın bunu, hatta tersine nefret ettiğini sen de bilirsin, diğer çocuklar omzunu sıvazlasın diye yaptın. Peynir Surat'ı paraladın, çünkü ona boyun eğemezdin.


        İstediğim tek şey sensin; yemekten, giysiden, şöhretten çok daha fazla açım sana. Bütün hayalim, başımı göğsüne yaslayıp ebediyete kadar uyumak ve bir yıl geçmeden bu hayal gerçek olacak.


        "Sen de beni seviyorsun. Peki beni neden seviyorsun? Bende beni yazmaya zorlayan şey neyse, seni bana çeken de o. beni seviyorsun, çünkü tanıdığın ve sevebileceğin herkesten farklıyım. Masabaşı işleri için, muhasebecide çalışmak için, küçük iş meseleleri üzerinde didişmek, mahkemelerde tartışmak için yaratılmadım ben. Bana böyle şeyler yaptırır, beni diğer adamlara benzetir, onların işlerine sokar, onların soluduğu havayı solutur, onların bakış açılarını kafama yerleştirirsen, işte bu farklılığı, beni, sevdiğin şeyi yok etmiş olursun.


        "En ağır silleleri vursa da kader,
        Ezilir belki ama eğilmez başım."


        Başarı, keyif aldığın şeyi yapmak değil, onu yaparken haz duymaktır. 


        "Aynen öyle, yüreksiz. Saçma sapan laflarla kafalarına sokulmuş o küçük ahlaklarıyla lak lak konuşur, ama yaşamaktan korkarlar. Seni seveceklerdir Martin, ama kendi küçük ahlaklarını daha çok seveceklerdir. Senin istediğinse bütün görkemiyle hayata teslim oluştur, büyük ve özgür ruhlardır, alev alev yanan kelebeklerdir, o küçük gri güveler değil.


        Nezaketlerini her zaman koruyamayacak kadar içtendiler...


        Fosilin tek kemiğinden koskoca bir iskelet kuran paleontologlar gibi o da tek bir devrim sözcüğünden koca bir konuşma oluşturabilirdi.


        ...ihtirastan titreyen sesler ve havaya kaldırılmış sıkılı yumruklar.


        Okurken, eski günlerdeki gibi eli kendiliğinden cebine gitti, tütün ve esmer sigara kağıdı aradı. Cebinin boş olup olmadığının, elinin tütüne ve kağıda ulaşıp ulaşmadığının farkında değildi.


        Köleler, kendi köleliklerine saplantıyla bağlıydı. İş, önünde secde edip tapındıkları altın putuydu onların.


        Martin'in doğasında eksiksizliğe yönelik zorlayıcı bir dürtü ve önünde eksik kalmış bir şey vardı. Zaten o da başka bir şey tamama ersin diye ertelenmişti.


        Hayaletlerin ölmüş ama öldüğünü fark etmemiş insanların ruhları olduğunu duyduğunu hatırlayınca, öldü de bundan haberi mi olmadı diye anlamak için bir an çalışmasını kesti.


        Kendini akıntıya bırakıp sürüklenmek, en azından hareket etmek, hayatta kalmak demekti ki içini acıtan şey de zaten buydu: Yaşamak.


        Herkes Martin'i tekrar görmekten memnun olmuştu. Hiçbir kitabı yayımlanmamıştı; onların nazarındaki değeri edebi, yani hayal ürünü değildi. O olduğu için seviyorlardı onu.


        Martin onu bağırmadan konuşabilecekleri bir yere götürdü.


Anlamını Bilmediğim Kelimeler


Daha sonra eklenecektir. 

8 Aralık 2021 Çarşamba

Albert Camus - Yabancı

Yazar: Albert Camus (Alber Kâmü)
Yıl: 1942

        Bu eserde özellikle dikkatimi çeken yazarın satırlarını çeşitli uğraşılmış betimlemelerle yapmak yerine her insanın gün içerisinde yaptığı özüyle konuşmalar sırasında verdiği küçük ayrıntılar içerisinde öykülemesi. Gayet rahat biçimde, öyle akışkan oynatmış ki kalemini bir diğer sayfaya geçişiniz hikayenin ilerleyişinden çok bir anda kendinizi ana karakter Meursault yerine koymanızla hızlanıyor çünkü sanki o anda hareket eden Meursault değil de sizmişsiniz gibi geliyor ve bunun nedeni kendinizi ana karakterle bağdaştırmanız değil, anlatım biçimi. Ustaca, gerçekten. Sanırım bunun nedeni Albert Camus’nün bir tiyatro yazarı olması. Bunu bilemiyorum çünkü daha eserlerinin birçoğunu okumadım. Halbuki daha önceden de tiyatro yazarı olan romancıların kitaplarına zaman ayırmıştım ama hiç böyle hissetmemiştim. Enteresan bir deneyim oldu benim için.

    Meursault, evet ana karakterimiz; mütevazı bir yaşama sahip ve isteklerinin çok da bir şey olmayışından günlerini sıkılmadan geçirebiliyor. O, yalnızca o anı yaşıyor. O an yapacak daha iyi başka bir eylemi yoksa yaptığını devam ettirmeyi seçiyor. Çünkü o, nasılsa öyle birisi. Hissettiğinden ve o an olduğundan farklı değilse başka etkenlere yahut kişilere göre şekillenmiyor. İlginç çünkü yaşamım boyunca insanları gözlemlemeyi sevmişimdir, analiz etmeyi de başarılı şekilde yapabildiğimi söyleyebilirim ve diyorum ki bunu bol keseden “konuşmazsak” yüz kişiden doksanı yapamaz ki aslında doksan beşi bile diyebiliriz. On yıllar öncesinin gerçekçi ve toplum ile bireye ayna tutan birçok eserini okuduğumda dahi bugünkü durumla karşılaşıyorum: İnsanın kendisi olamayışı, var oluşunu ve davranışlarını toplumun şekillendirmesine izin verişi. Kendimi bir noktada Meursault ile fazlasıyla bağdaştırdım, çünkü ben de eğer yapmışsam artık eylemden pişmanlık duymam.

Sanırım size eseri biraz merak ettirmiş olmalıyım. Okuyun o halde, eser bir çırpıda okunur düzeyde ve bana geri dönüşlerinizi yapın ki bu ardından muhabbeti edilesi eserden azami zevki almış olayım.

İncelememi okuyanlar ikramiyemilerini almak için buraya dokunabilirler. (:


Altını Çizdiğim Satırlar


İnsan ne de olsa daima biraz kabahatlidir.


Beni gölge kokan küçük bir odaya soktu.


İnsan bilmediği şeyler hakkında daima abartılı düşüncelere kapılır.



Avart: Yanağın ağız boşluğu. 
Biteviye: Tekdüze
Konşimento: Taşınmak için gemiye teslim edilen malın irsaliyesi. (İt.)
Meşin: İşlenmiş koyun derisi, bu deriden yapılan. (Fa.)
Sökün: Birçok kişi veya şey birbiri ardından gelmek, görünmek. 
Şilep: Yük gemisi. (Al.)
Vakar: Ağırbaşlılık (Ar.)


5 Aralık 2021 Pazar

Stefan Zweig - Olağanüstü Bir Gece

Yazar: Stefan Zweig (Ştefın Tsıvayk)

    Şebnem Ferah bir parçasında der ki: "Sen hiç, hiç oldun mu? Birden duruldun mu? Bulanıkmış, berrakmış her suyu içtin mi?"

    Böylesi yaşamlara rastlayınca neden bilmem hep bu sözler kulağımda tekrarlanır. Baron Fredrich, harcayıp bitiremeyeceğini düşündüğü bir varlık içerisinde hiçleşmiştir. Çünkü onun ilgisini çekebilecek her ne varsa tükenmiştir. Siz okurlarıma komik gelebilir, "Öylesi varlıkla neler yapılır!" diye düşünebilirsiniz. Acaba günümüzle kıyasladığınızda satın alabildiğiniz zevkin ve eğlencenin kaçta kaçını o zamanlarda alabilirdiniz ki? Bence bu taraftan bakmak gerekir. Baron Fredrich'in soylu ve zengin bir avcu dolduran kesimden ziyade sıradan insanların rastgele "bir aradalığına" ilgi duyması o kadar da şaşılacak şey değil. Bir noktada üstünlük olarak algılanacak seçkinlik ve zenginlik aslında şahsın iç dünyadaki yalnızlığını da beraberinde getirir, çünkü insan hep kendisi gibi olanı sevmişken öteki olana güdüsel olarak kinlenmiştir; kendisini geliştirmeyip güdülerinin önüne düşüncelerini geçirememiş her insanda bu durum yaşanagelmiştir. 

    Bu arzusuz yaşamın içerisindeki Baron Fredrich'in yaşamın içinde fark etmediği hırslardan birisine denk gelişinin ve Baron için hayatın renklerinin bir anda nasıl da alacalandığının öyküsünü okuyacaksınız. 


Altını Çizdiğim Satırlar


İngilizlere özgü kusursuz dikilmiş bir takım elbisenin toplum içinde hiçbir biçimde göze batmayışı gibi benim varoluş biçimimde de dikkat çekici hiçbir şey yoktu ve en çok hoşum giden yanı da buydu.


Özlemini çektiğim şey; arzulardan ziyade, arzulama arzusuydu.


Kayıtsız kalan için başkalarının uyarılmışlığı en hoş izlencedir.


Tekrarlar beni çekmiyordu.


Yabancı dudaklardan kahkahalar içiyordum.


Sadece kendi kaderlerini bir gizem olarak yaşayabilenlerin gerçek anlamda yaşadıklarına inanıyorum.


İnsanların geçmişte kalan her şeyin hep bir hata ve ileriye bir hazırlıktan ibaret olduğunu sanmaları genel bir delilik hali herhalde.




Alabanda : Deniz teknelerinin iç yanı, borda karşıtı. (İt.)
Borda : Geminin veya kayığın yanı, alabanda karşıtı. (İt.)
Kösnül: Erotik 
İkame: Yerine koyma, yerine kullanma, ortaya koyma. (Ar.)
Tahkir: Aşağılama, onur kırma. (Ar.)

25 Aralık 2019 Çarşamba

Balzac - Vadideki Zambak


Yazar: Honore de Balzac

       Benim için başlarda konusuyla olmasa da bana, dolaylı yoldan verdiği ders ile ölene kadar hafızamda yer edinecek bu eseri size büyük bir zevkle sunmak isterim.

       İlk sayfalarda aile içerisinde zorluk ve sevgisizlik yaşamış saygın bir soydan gelen parlak gencin öyküsünün de akıcılığı dolayısıyla büyük bir hevesle başladığım eserin, konusu ortaya çıktıkça düşmanı olarak hafif bir tiksintiyle okumaya -daha doğrusu kendimi zorlayarak okumaya- devam ediyordum. Bir noktadan sonra iğrenip kitabı köşeye atıvermiştim. Neden mi? Çünkü eser, konusu itibariyle evli ve iki çocuk sahibi Madam de Mortsauf'a aşık olan genç baş karakterimiz Felix de Vandenesse'in ağzından yazılmıştı ve kahramanımız, ne arzularına engel olabiliyordu ne de aşkına... 

       Aradan aylar geçmişti ve evde elektriğin kesik olduğu bir anda kitabı tekrar elime aldığımda; günlerce altın bulmak için kazan bir madencinin, cevheri olduğu yerden tam da çıkaracakken son kazma darbesini vurmadan vazgeçtiği gibi kitabı köşeye attığımı fark ettim. Çünkü eserin, bir erkeğin toplum içerisinde nasıl hızla yükselebileceğiyle alakalı aşama aşama i-na-nıl-maz derecede doğru bilgiler içerdiğini fark etmiştim. 

       Kocası tarafından hayatı boyunca hor görülmüş, aradığı sevgi ve ilgiyi hiçbir zaman görememiş Henriette'in; çocuklarının babasını biraz olsun sevmeyip Felix'e aşık olduğu halde başta ahlak ve erdem ile ayrıca yaş endişesinden bu aşka karşılık vermekte tereddüt etmektedir. Onur, namus ve erdemlerine karşı duran aşkı ve arzuları ile savaşmak zorunda olan Henriette'in; kaba, anlayıştan uzak, cinsiyetçi, hasta ve bencil kocasına rağmen genç Felix'e karşı olan aşkı ve içerisinde büyüyen arzularına karşın onur ve sadakatini nasıl koruyabildiğini şaşarak idrak edeceksiniz.

       Bir kadının, kendisini tanrısına ve çocuklarına adamış bir kadının nasıl da ihanet etmeden aşkını içinde saklı yaşayabileceğine; sevdiği adamı, kendi çocuğu gibi yetiştirip toplumda saygın birisine dönüştürebileceğine; onun, çocukları için göğsünü nasıl siper edebileceğine tanık oldum. Keza, bir, yalnızca bir bencil davranışın nasıl da hayatların ellerden kayıp gitmesine yol açacağına da...

       Roman yazım olarak ruhsal betimlemeleri öyle güzel yapmış ki neredeyse (abartıyorum, çünkü o şato ve dış çevre betimlemeleri de neydi öyle!) nesnel betimlemelerin önüne geçmiş. Bu tür yazım teknikleri benim en çok sevdiklerimdendir. Size, bir karakter düşünürken resmen ona eş zamanlı olarak sizin de onun düşüncelerini tartıp; "Hayır! Öyle değil, yapma..." gibi  tepkileri içinizden geçireceğinizin garantisini veriyorum.

Keyifli okumalar dilerim,
Ayberk Öğredik.

İncelememi okuyanlara ikramiyem: 
https://www.youtube.com/watch?v=BudcH-lXsyE
:)

Altını Çizdiğim Satırlar


Açık havada güneşin etkisiyle esmerleşen sinirli elleri, yalnızca atta binerken ya da Pazar günü kilisedeki ayine giderken eldiven giydiğini kanıtlıyordu.

Şerefli bir alçaklık içindeydim.

Sonradan görme insanlarda, kurnazlıklarını aldıkları maymunların ustalıkları vardır: Onların yükseklere tırmanışlarındaki atikliğe, el çabukluğuna hayran olursunuz; fakat tepeye ulaştıkları zaman da yalnızca utanç verici yerleri görünür.

Bir delinin defalarca bir sözü tekrarlaması gibi, şu sözleri içimden sürekli yineledim: "O, benim olacak mı?"

Tanrı'dan daha insafsız olmayın, dedim. Ben, daha merhametsiz olmak zorundayım; çünkü ben, Tanrı'dan daha güçsüz bir varlığım, dedi.

...onlara içercesine dokundum.

Aşk, kendisi olmayan her şeyden dehşet duyar.

Evet, sonraları bir kadını, kadın olduğu için seveceğiz; oysa sevilen ilk kadında onun her şeyini seviyoruz: Onun çocukları bizim çocuklarımızdır; onun evi, bizim de evimizdir; çıkarları, bizim de çıkarlarımızdır; onun mutsuzluğu bizim en büyük felaketimizdir...

Siz, beni anlayamazsınız; siz, bir kadınsınız ve anlattıklarımda sizin hiçbir zaman benzerini almadan verdiğiniz bir mutluluk söz konusu.

Sonra bu sık ağaçlı ormandan çıkınca, kıraç ve nadasa bırakılmış bir toprakla karşılaşırsınız. Orada, yakıcı yabani otlar arasında karayılanlar görürsünüz; karınları tıka basa dolu karayılanlar, zarif, ince başlarını kaldırarak deliklerine doğru kaymaktadırlar. Tüm bunların üzerine kimi zaman hayat dolu dalgalar gibi akan bir güneş selini, kimi zaman yaşlı bir adamın alnındaki kırışıklıklar gibi dizilmiş kurşuni bulut kümelerini, kimi zaman da hafifçe turunculaşmış, açık mavi şeritlerle çiziklenmiş bir gökyüzünün soğuk tonlarını serpin ve sonra da onları dinleyin. Şaşırtıcı bir sessizliğin içinde anlatılamaz ezgiler, ahenkler işitirsiniz.

Üzüm salkımlarını toplamak, buğday biçmekten çok daha kolaydır.

Onun, o son derece güzel sesiyle söylediği bu cümle dünyada hiçbir kadının bir daha bana veremeyeceği zevkleri tattırıyordu.

Kontes, benimle ince bir kumun üzerinde denizin mırıldandığı minicik dalgalara benzeyen yumuşak ve alçak bir sesle konuşuyordu.

Her seferinde daha geniş bir yaşama doğuyorum ve herhangi bir büyük kayanın tepesine çıkarken her adımda yeni bir yeri keşfeden gezgin gibi oluyorum. Her yeni sohbette uçsuz bucaksız hazinelerime yeni bir tanesini eklemiyor muyum? Öyle sanıyorum ki bitmek tükenmek bilmeyen sevgilerin sırrı işte burada. Size ancak sizden uzak olduğum zaman sizden söz edebilirim. Çünkü yanınızda olduğum zaman, sizi görmek fazlasıyla gözlerimi kamaştırıyor. Mutluluğumu anlatabilmek için fazlasıyla mutluyum; kendim olabilmek için fazlasıyla sizinle doluyum; konuşmak için fazlasıyla konuşkan kılıyorsunuz beni; yaşadığım dakikalara o denli büyük bir tutkuyla sarılıyorum ki geçmişim artık benim için bir şey ifade etmez oluyor. Bunun kusurlarını bağışlamak için bu, sürekli sarhoşluğu iyi bilin. Sizin yanınızda hissetmekten başka bir şey gelmiyor elimden.

Bir anda gökyüzüne ne kadar dua yükseldi. Eğer, seni yine bana bırakmasını Tanrı'dan istemek için aştığım uzaylardan geçerken son soluğumu vermediysem, demek ki insan ne sevinçten ölüyor ne de acıdan!

Yine başlamayın! Kuzum, siz bir dost eliyle yaralarımın kanını kurutmanın acıklı zevkini benden almak mı istiyorsunuz?

Sonra içini çekerek gizli üzüntüleriyle isyan eden bir tutsağın gülüşüyle bana baktı.

Ağlamaklı sesiyle söylediği bu sözlerde, aşkın bileşik faizi denilebilecek duyguların ne de güzel ödenişi vardı.

Babamın evine dönünce bir cimrinin üzerinde taşımak zorunda olduğu banknotları sıkça yokladığı gibi durmadan dokunduğum o mektubu okuyabileceğim ilk geceyi büyük bir sabırsızlıkla bekliyordum.

Benim düşünceme göre, bir dük ve bir meclis üyesi, bir zanaatçı ile yoksula, o yoksulun ve zanaatçının dük ile meclis üyesine olduğundan daha fazla borçludur. 

Yoksul adam, tarladaki işinden yorgun argın gelip de yattığı zaman, görevlerini yerine getirmediğini mi sanıyorsunuz! Hiç kuşkusuz o yoksul insan üzerine düşen görevleri yüksek mevkilerdeki pek çok kimseden daha iyi yapmıştır.

Kendinize fazla güvenmeyin, bayağı olmaktan kaçının ve aşırı gayretli de olmayın; bunlar yaşam denizinden insanın her an çarpabileceği üç kayadır. Kendinize gösterdiğiniz aşırı güven, başkalarının size göstereceği saygıyı azaltır; bayağı tavırlarınız küçümsenmenize neden olur; başkaları için göstereceğiniz aşırı ve gereksiz çabalar da insanlar tarafından sömürülmenize, kullanılmanıza yol açar.

Fakat bütün sempatileri etrafınıza toplamak, sevimli, nükteci, zeki ve dostluğuna güvenilir bir adam olarak görünmek mi istiyorsunuz? o zaman onlara kendilerinden söz edin ve doğrudan ilgisi olmayan konularda bile sözü, onlara getirmenin bir yolunu bulun; karşınızdaki yüzler hemen canlanacak, dudaklar size gülümseyecek, siz oradan ayrılıp gittikten sonra herkes sizi övecek ve yere göğe konduramayacaktır.

O, tıpkı dövülünce başka demirlere kaynayabilen fakat kendi sertliğinde olmayan her şeyi bir  dokunuşta kıran demire benzer.

Genç kadınlarla yalnızca şakalaşın, onların her şeyini ciddiye almayın; çünkü onlar ciddi bir şeyler düşünme yeteneğinden yoksundurlar. Dostum, genç kadınlar bencil, basit ve gerçek dostluktan yoksundurlar; kendilerinden başka hiçbir şeyi düşünmezler ve küçük bir başarı uğruna gözlerini kırpmadan sizi feda ederler.

Aşk, başlangıçta nasılsa, sonunda da öyledir; düzenli, dingin ve saftır, şiddetli gösterilerden yoksundur; saçlarına belki aklar düşer ama gönlü hep genç kalır. 

Bu gülüş bana öyle büyük bir gönül sarhoşluğu veriyordu ki ölmeme neden olacak bir darbeyi bile hissetmeyebilirdim.

Bir yeraltı labirentinde yolunu kaybetmemek için elinde bir iplik yumağından baişka bir şey kalmayan, onun koptuğunu görmekten çok korkan bir insanın telaşını bağışlayın.

Zambağım benim, dedim! Düşüncemin okşadığı, ruhumun öptüğü güzel çiçeğim benim!

Bakın Henriette, dedim. Ben yalan söyleyemem, iki yüzlülük gösteremem. Boğulan düşmanımı kurtarmak için kendimi suya atabilirim, onu ısıtmak için sırtımdaki paltoyu çıkartıp verebilirim, kısacası onu bağışlarım; fakat yaptığı hareketi asla unutmadan.

Kendi türlerinden yalnızca kendi kabul ettikleri kimseleri tanırlar; öbürlerine gelince, onların dillerini anlamazlar; bunlar kıpırdayan dudaklar ve gören gözlerdir fakat ne ses, ne de bakış onlara ulaşır; çünkü onlar için bu insanlar sanki hiç yokmuş gibidirler.

...demirden bir organizması vardı.

*sürprizkaçıran*
Leydi Arabelle bedenin metresi olmuştu. Madam de Mortsauf ise ruhun eşiydi. Metresin tatmin ettiği aşkın sınırları vardır; madde sınırlıdır, özelliklerinin hesaplı güçleri vardır ve kaçınılmaz doyuma maruzdur.

*sürprizkaçıran*
Leydi Arabelle kendini beğenmişlikle davranıyordu; beni yüceltip göklere çıkararak bütün övünmeleri destekliyordu. Beni böyle yükseklere yerleştiriyordu; çünkü ancak dizlerimin düzeyinde yaşayabilirdi.

Kont artık oklarını saplayacağı yumuşak toprakla karşılaşmayınca eziyet ettiği zavallı böceğin artık kıpırdamadığını gören bir çocuk gibi kaygılanmıştı.

Bu kadınlar defa etmek için daha fazlasına sahip olmak isterler, onlar her şeyi verirler.

Doğru yolda yürüdüğü için hâlinden yakınmaya kalkışanın vay haline!

Tanrı, bize mutluluk duygusunu ve zevkini verdiyse, bu dünyada derin üzüntü ve acıdan başka bir şey bulamayan masum ruhların sorumluluğunu üstlenmesi gerekmez mi? Bunun anlamı da ya Tanrı yoktur ya da hayatımız acı bir şakadan başka bir şey değildir.

İkimiz de donup kalmıştık. Uçuruma atılan bir taşın sesini dinler gibi, bu sözlerin yankısını dinliyorduk.

Onun sevgisinde ve çocuklarımızın bize beslediği sevgideki saf bencillik var. Bana çektirdiği üzüntülerin, yaptığı kötülüklerin farkında bile değil; her zaman bağışlanıyor!

Hiç kuşkusuz Tanrı, sevgiyi ancak acılar yoluyla tanımış olanları bağışlayacaktır. 

Şiddetli, coşkulu her sevgi borçlu olunan sevgilerden çalınır.

İki kadının hangi hızla birbirlerini incelediklerini iyi bilirsiniz.

Her acının kendi öğretisi vardır.

Güneş, hiç ışınlarının içinde bulunan ve onunla beslenen sinekciklerden kaygılanır mı?

Asıl suç, asıl günah seni sevmemek olmaz mıydı? Sen, bir melek değil misin? Seni diğer erkeklerle karıştırmakla o hanım sana hakaret ediyor. Ahlak kuralları sana uygulanamaz; çünkü Tanrı, seni her şeyden üstün yaratmış. Seni sevmek bir bakıma Tanrı'ya yaklaşmak değil midir?

Erkek, artık bu yaştan sonra hep alır; sevgilisinde kendisini sever. Oysa genç yaştayken erkek, kendinde sevgilisini sever. Daha sonraları bizi seven kadına zevklerimizi, belki de kötülüklerimizi aşılıyoruz; oysa hayatın başlangıcında, sevdiğimiz kadın, erdemlerini ve inceliklerini bize kabul ettirir; bir gülümsemeyle bizi güzele davet eder ve verdiği misalle bize özveriyi öğretir. Ne mutlu gençliğinde bir Henriette'i olana!

Mutluluk, mutlaktır ve karşılaştırmalara tahammülü yoktur.

Gerçekten de her büyük aşk bizim ruhunuza o kadar kuvvetle siner ki önce onun sertliklerini giderir, sonra kusurlarımızı ya da niteliklerimizi oluşturan alışkanlıkların açtığı izleri doldurur. Fakat kısa bir süre sonra birbirine iyice alışan iki sevgili, ruhlarındaki o çizgilerin yeniden ortaya çıktıklarını görürler. O zaman her iki taraf da birbirlerini incelemeye başlarlar; çok zaman tabiatın, tutkuya karşı göstereceği bu tepki karşısında, ayrılıkları hazırlayan ve dar görüşlü bazı kişilerin insan yüreğini tutarsızlıkla suçlamak için bir silah gibi sarıldıkları karşılıklı soğukluklar ortaya çıkar.

...suskunluğuyla bile konuşur ve gözleri yere eğikken bile size bakmayı bilir; eğer içinde bulunduğu durum konuşmayı ve bakmayı yasaklıyorsa, düşüncelerini yazmak için bu defa üzerine bastığı kumu kullanır; yalnızken aşkını uykusunda bile söyler ve o bütün dünyaya boyun eğdirir aşkını.

Bazı kadınlar kendilerine o kadar hakimlerdir ki tamamen size ait olmalarına imkan yoktur.

Başkalarının mutluluğu, artık mutlu olamayacak insanların avuntusudur.

Sanki ünlü bir ressamın fırçasından çıkmış bir portre seyreder gibi mektuplarınızı seyrediyordum.

*sürprizkaçıran*
...fakat özellikle sevdiğimiz öyle insanlar vardır ki kefenleri yüreğimizdir ve anıları her gün yürek çarpmalarımıza karışır. Soluk alır gibi onları düşünürüz; aşka özgü bir ruh gücünün zarif yasasıyla onlar bizim içimizdedirler. Bir ruh benim ruhumun içinde! Tarafımdan herhangi iyi şey, bir zambağın mis gibi kokularının havayı güzel kokularla doldurduğu gibi, hep o mezardan yayılıyor.

*sürprizkaçıran*
Biz kadınlar, hiç de sizin sandığınız kadar budala değiliz. Sevdiğimiz zaman, seçtiğimiz erkeği her şeyin üzerine tutarız. Üstünlüğümüze olan inancımızı sarsan her şey aşkımızı da sarsar. Erkekler bizim gururumuzu okşarlarken, aslında kendi gururlarını da okşamış olurlar. Eğer sosyetede kalmayı ve kadınlarla yakınlık kurmanın tadını çıkartmayı istiyorsanız, bana anlattığınız bu şeyleri sakın onlara anlatmayın; çünkü kadınlar, aşklarının çiçeklerini kayalıklara dikmekten ve sevgilerini hasta bir kalbin yaralarını sarmak için kullanmaktan asla hoşlanmazlar.



8 Ekim 2019 Salı

Stefan Zweig - Satranç

Yazar: Stefan Zweig
Çevirmen: Ayça Sabuncuoğlu
Yayınevi: Can (görsel temsili)


Kitabın başlangıç kısmında yazar tarafından satranç üzerine asker komuta etmekte Hannibal ve Napolyon'a benzetilen ana karakterimiz Czentovic; mülayim yapıda, sessiz ve sakin hatta büyürken çevresindekiler tarafından neredeyse zihinsel engelli olarak nitelendirilmesine karşın bir gün babalığı olan Papaz ve arkadaşının satranç oynadığı günlerden birinde Papaz'ın acil bi' işinin çıkmasıyla Czentovic, şans eseri oynanışını birkaç kez seyretmiş olduğu strateji oyunu satrancın başına oturuverir ve böylece serüven başlamış olur.

Czentovic, on sekizinde Macaristan şampiyonuyken yirmi üç yaşında Dünya şampiyonluğuna kadar yükselerek ismini tüm dünyaya duyurur. Artık geçim, hatta çok iyi bir geçim kapısı olan satrancı para karşılığı oynayıp satranç olmadan bir arada göremeyeceği parayı zimmetinde toparlamaya başlar.

Uzun öykü olarak adlandırılan kitabımızdaki fırtına, şampiyonumuzun bir gemiye binip onun neredeyse tamamen zıt karakteri olan özündeki coşku Nazi otoritesi tarafından işkenceyle yitirtilmiş Dr. B'nin bir anlığına kendisini tutamayıp her zaman kazanmak isteyen yenilgiye doyumsuz zengin bir pehlivanın şampiyon tarafından adeta kaz gibi yolunduğu bi' satranç maçının esnasında doğru hamleyi bahtsız şampiyon avcısına söyleyen Dr. B'nin tüm dikkati üzerine çekmesiyle kopuverir.

Esasında eser, yavaş ve planlı hareket eden kendisinden satranç konusunda oldukça emin, kararlı, acımasız ve müthiş bir özgüven sahibi Czentovic, Nazi otoritesini; bastırılmış coşkun yapısıyla hümanizmi, medeniyeti ve insanlığın 2. Dünya savaşında yaşadıklarını ve bu yaşanmışlıkların bıraktığı izleri simgeleyen bu iki karakter arasındaki çarpışmayı anlatır.

Usta, sıkça deyim kullanarak kalemiyle yine büyülü sözcükler yazmış gibi okutturuyor kendisini; keyifle okumanızı dilerim.

Ayberk Öğredik



Altını Çizdiğim Satırlar


Bütün yontulmamış varlıklarda olduğu gibi onda da gülünç bir kendini beğenmişlik vardı...

Sabit fikirli, kafasını tek bir düşünceye takmış her türlü insan, yaşamım boyunca beni çekmiştir, çünkü bir insan kendini ne kadar sınırlarsa, öte yandan sonsuza o kadar yakın olur; işte böyle görünüşte dünyadan kopuk yaşayanlar, özel yapıları içinde karınca gibi, dünyanın tuhaf ve eşi benzeri olmayan bir maketini kurarlar.


...her zaman öylesine ve yalnızca eğlenmek için...

...kendi kendinin mimarı bu iri-yarı adam...

...en az on dakika bekletti bizi, bu da gelişinin büyük bir etki yaratmasını sağladı.

Sakin ve soğukkanlı bir biçimde masaya yaklaştı, kendisini tanıtmadan "Kim olduğumu biliyorsunuz, sizin kim olduğunuz ise beni ilgilendirmiyor," demek oluyordu herhalde bu saygısızlık.


Bize hiçbir şey yapmadılar, bizi tümüyle hiçliğin içine yerleştirdiler, çünkü bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapmaz. Her birimizi tam bir boşluğa, dış dünyaya sıkı sıkıya kapalı bir odaya hapsetmekle, eninde sonunda dilimizi çözecek olan baskı, dayak ve soğuk yoluyla dışarıdan değil içeriden yaratılacaktı.

Ama ne kadar soyut görünürlerse görünsünler, düşünceler de bir dayanak noktasına gereksinim duyarlar, yoksa kendi çevrelerinde anlamsızca dönmeye başlarlar; onlar da hiçliğe katlanamaz. İnsan sabahtan akşama kadar bir şey olmasını bekler ve hiçbir şey olmaz. Bekleyip durur insan. Hiçbir şey olmaz. İnsan bekler, bekler, bekler, şakakları zonklayana dek düşünür, düşünür, düşünür, düşünür. Hiçbir şey olmaz. İnsan yalnız kalır. Yalnız. Yalnız.

...sanki kendi sözcüklerimin peşinden koşmak istiyordum.

Ama bu kitapla cehennemime geri dönmek ne olağanüstü bir andı, en sonunda yalnızdım, ama hiç de yalnız sayılmazdım!

...yani satrançta kendine karşı oynamak, kendi gölgenin üstünden atlamak gibi bir çelişkidir.

...kendime karşı oynadığım bu mantıksız oyundan başka bir şeyim olmadığı için, öfkem, intikam hevesim fanatik bir biçimde bu oyuna yöneldi. İçimdeki bir şey haklı çıkmak istiyordu ve savaşabildiğim tek şey içimdeki bu öteki ben'di.



Anlamını Bilmediğim Kelimeler















10 Mayıs 2019 Cuma

Ali Güler - Atatürk ve İslâm


Ali Güler - Atatürk ve İslâm



Atatürk ve İslâm
Yazar: Yrd. Doç. Dr. Ali Güler

Kitap Hakkındaki Düşüncelerim


«Bu kitap incelemesini baştan sona okuduğunuz takdirde Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e din üzerinden dil uzatan herkesi bir hamlede ahraz edebileceksiz.»

Eser, on yıllardır süregelen Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü dini değerler üzerinden itibarsızlaştırma girişimlerini tek tek tespit edip bunlara atamızın anıları, yaşayışı, yaptıkları ve yaptırdıkları üzerinden birçok farklı örneklerle cevap vermiş; itibarını ezmek amacıyla atamızın üzerine dizilmeye çalışılan her asılsız taş parçasını un ufak etmiştir.

“Şüphesiz dönemin Türk aile yapısı (geniş aile) düşünüldüğünde dedeler, babaanne, anneanne, teyzeler, dayılar, amcalar da aile çerçevesi içinde çocuğun kişiliğinin şekillenmesinde” etkili olacağını düşündüğümüzde; İslamiyet’e yakın, muhafazakar değerlere bağlı, dindar bir ailenin mensubu olan atamızın, dedesi Kızıl Ahmet Efendi’nin ve amcası Kızıl Mehmet Emin Efendi’nin –Kur’an-ı Kerim’i tümüyle ezberlemiş olan ve ezberden okuyabilen kimse anlamına gelen– hâfız unvanına, diğer dedesi Feyzullah Efendi’nin –hoca, imam, alim anlamlarına gelen– sofizade unvanına, yine babası Ali Rıza’nın da -atamızın amcası ve dedesi gibi okur ve yazar, eğitimli insan anlamına gelen– efendi unvanına sahip olduğunu eser içerisinde gördüğümüzde Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün en azından hayatının ilk yıllarında İslamiyet’e ve düşünceye uzak olmasını bekleyemeyiz. Nitekim atamızın, cumhuriyetin ilanının akabinde İslamiyet için yaptığı eylemleri/katkıları size anlattıktan sonra –ki bunlar belgeli, sabit ve gerçek bilgilerdir; kitabın geri kalanındakiler gibi– yalnız hayatının ilk yıllarında değil, hayatının sonuna kadar İslamiyet’e gönül vermiş bir lider olduğunu kolayca fark edebilirsiniz.

”Oğlu Mustafa’ya ’adam olmak için okumak, öğrenmek şarttır. Başka çare yoktur,’ diyen Ali Rıza Efendi; geniş görüşlü, modern düşünceli, yeniliklere açık aydın bir insandı. Muhafazakar aile yapısının yanında, akılcı bir babaya sahip olan atamızın düşünce yapısı daha hayatının ilk yıllarında gelişmiştir. Atamızın çocukluğunu yaşadığı yıllar, sonradan milyonlarca insanın yararlanabileceği bir ağacın tohumlarının serpildiği, çimlenmeye başladığı yıllardır.

Hayatının en varlıksız dönemlerinde cebindeki iki kuruşun birisiyle kitap almış Gazi Mustafa Kemal Atatürk, kendi özel kütüphanesinde bulunan ve okuduğu tüm kitaplar içerisinde dini kitapların oranı %28.5’tir. Yani kütüphanesinin yaklaşık üçte biri din, dinler, İslâm ve bunlara yakın konulara ait kitaplardan oluşmaktadır.

İncelememin, altını çizdiğim satırlar kısmında daha geniş ve kaynağıyla belirtildiği gibi Gazi Mustafa Kemal, Kur’an-ı Kerim’in buyruğu olan “Biz onu anlaşılsın diye... indirdik,“ hükmünü Kur’an’ı Kerim’in tefsir ve meâlini yaptırarak, yani Türkçe’ye (günümüzde dahi Elmalılı Hamdi Yazır'ın kaleminin üstüne geçilememiştir) çevirisini yaptırarak dinimize en büyük katkısı olan şahısların başına adını yazdırmıştır.

«Bu kitap incelemesini baştan sona okuduğunuz takdirde Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e din üzerinden dil uzatan herkesi bir hamlede ahraz edebileceksiz.»

Keyifli ve dikkatli okumalar dilerim, saygılarımla,
Ayberk Öğredik


Altını Çizdiğim Satırlar


Toplumsallaşmış birey demek, “bir aileye, dine, millete mensup kişi” demektir.


Zübeyde Hanım’ın dindarlığını anlamak bakımından 1996 yılında Başkent Üniversitesi’nde Atatürk’ün manevi evlatlarından Abdürrahim Tunçak adına açılan müzedeki Zübeyde Hanım’ın özel eşyalarına bakmak yeterlidir; bu eşyalar arasından zemzem kabı, değişik tespihler, seccadeler ve Kur’an-ı Kerim gibi dini eşyalar dikkat çekmektedir. Zübeyde Hanım’ı tanıyanlar, Zübeyde Hanım’ın evinde iki adet Kur’an-ı Kerim bulunduğunu, bunlardan birinin özel mahfaza içinde duvarda asılı durduğunu, diğerinin ise evin başköşesinde bir rahle üzerinde açık durduğunu belirtmektedir.1


Ölmeden önce Zübeyde Hanım, Cemal Bey’den bir istekte bulundu: “ Evladım, ben öldükten sonra ruhuma her sene atim okutmak üzere bir yere bir miktar para bırakmak isterim. Bunu nereye verelim?”

Zübeyde Hanım’ın vasiyetnamesinden
9. Her zaman akmak üzere şehrin münasip bir yerine de bir çeşme yaptırılıp suyu akıttırılmak ve ara sıra onarımına harcanmak üzere 475 Lira ayırdım.
10. Her Cuma günü, Cuma namazından bir saat evvel başlanarak, ezan okununcaya kadar uygun bir camii şerifte cemaate karşı iki cüz’ü şerif okutturularak, karşılığında okuyan hafız efendiye gelirinden verilmek üzere 490 lirayı ve dokuzuncu maddenin hükümleri için usulü dairesinde Şerife Mahkemesi’nde vakfiyesini tescil ettirmeye ve mütevelli tayinine ve dilediği kimseyi mütevelli kılmaya mezun eyledim.
11. Kefalet, savm ve salat ve zûnup için ve Kurban Bayramı’nın birinci günü beş adet kurban kesilmek ve Öksüzler Yurdu öğrencilerine yedirilmek ve Kur’an hatmolunmak üzere bir defaya mahsus olarak Öksüzler Yurdu’na 200 Lira hediye ve teberru edilecektir.


Atatürk’ün Mevlana ve Mevlevilik ile ilişkisi de daha öğrencilik yıllarında başlamıştır. Okul tatillerinde Selanik’e gelen Mustafa Kemal Mevlevi Tekkesi’ni ziyarete gider, orada Mevlevi ayini dinler, sema seyrederdi. Gördükleri ve duydukları ilgisini çektiği için, sonraki yıllarda Mevlana’nın Mesnevi ve Divan-ı Kebir isimli eserlerinin tercümelerini okumuştur.2


Mustafa Kemal’in okuduğu ilköğretim ve orta-öğretim kurumlarında neredeyse her yıl okutulan “Akaid” veya “Akaid-i Diniye” dersleri, “İlm-i Ahlak” dersi ile birlikte Harp Okulu’nda da okutulmaktadır. Bu birikimin sonucunda Atatürk’ün Kur’an-ı Kerim’i tercüme ve tefsir edebilecek derecede Arapça bilgisine sahip olduğu görülecektir.


Atatürk’ün Özel Kütüphanesi’ndeki kitapların sayısı Tereke kayıtlarına göre, 4,433 sayıda, 7,338 parça; Katalog’a göre ise, 4,289 sayıda, 10,000 bibliyografik künye olarak tespit edilmiştir.

Çankaya Atatürk Kitaplığı’nda 2,068, Anıtkabir Atatürk Kitaplığı’nda ise 2,161 olmak üzere toplamda 4,219 adet kitap kayıtlıdır.3


Atatürk’ün kütüphanesindeki kitaplar incelendiğinde; doğrudan İslam ve diğer dinler ile ilgili olanlar ve dinler tarihi bakımından önem taşıyan tarih, coğrafya ve siyasal bilimler konularındaki kitapların tüm kitaplar içerisindeki oranı %28.5’tir. Yani kütüphanesinin yaklaşık üçte biri din, dinler, İslam ve bunlara yakın konulara ait kitaplardan oluşmaktadır.


M. Kemal, tarihi bir dönemeçte dünyaya gelmiştir. O süreci iki büyük olgu belirliyordu: Fransız Büyük Devrimi’nin temel ilkeleri olan “insan hakları,” “özgürlük,” “bağımsızlık” ve “milliyetçilik” gibi kavramların Avrupa’dan sonra Asya’da yayılıp etkilerini artırması ve yüzyılların gerisinden gelen Osmanlı Devleti’nin parçalanıp çöküşünün hızlanması. Artık çok milletli, çok kültürlü, çok dilli, çok dinli imparatorluklar yıkılıyor, tek millete dayanan milli devletler kuruluyordu. Sanayi devrimi ile birlikte akılcılığa, pozitif bilimlere dayalı yeni bir bilim felsefesi gelişiyordu. Tarım toplumu yıkılıyor, yerine sanayi toplumu oluşuyordu.4


M. Kemal’in inkılapçı ve çağdaşlaşmacı kişiliğinin Tevfik Fikret’in şiirlerinden etkilendiği, onun özellikle “Sis, Ferda, Rücu ve hatta Zangoç” isimli şiirlerini çok sevdiğini ve zaman zaman ezbere okuduğunu biliyoruz.


Atatürk’ün düşüncelerinde ve gerçekleştirdiği Türk İnkılabı’nda “akılcılık” (rasyonalizim) ve “olguculuk” (pozitivizm) izleri bulunmaktadır. Aklı ve bilimi kılavuz edinen ve gerçekçiliğin temel kişilik özelliklerinden olduğu görülmektedir. Bu nedenle onun bu konuda etkilendiği düşünürlerin başında akılcılığun büyük temsilcisi” Descartes” ve yine bu akımın ünlü temsilcisi “Kant” gelmektedir.
Atatürk’ün, Fransız İhtilalının fikri hazırlayıcıları arasında üzerinde en çok durduğu, eserlerini okuduğu ve kendi düşünce hayatının oluşmasında en çok yararlandığı düşünürlerden biri şüphesiz “J. J. Rousseau”dur.


“Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” diyen M. Kemal’de özgürlük kavramı, Fransız İhtilalı’ndan sonra kazandığı anlamla, düşünce ve siyasal alandaki özgürlükler kadar “vicdan özgürlüğü”nü de içerir. O, toplumda değişik düşüncelerin ve değişik inançların bulunmasını, özgürlüğün doğal bir sonucu olarak kabul etmekte, dahası, tek tip düşünce ve inancın toplum için tehlikeli bir durum, bir ölüm belirtisi olduğunu söylemektedir.


Atatürk “Dinler Tarihi” ve bunun içinde “İslam Tarihi ve Türkler” konularının yazılırken “bilimsellik” ve “millilik” ölçülerinin göz ardı edilmemesi gerektiğini düşündüğünden liselerde okutulacak olan “Tarih II, Orta Zamanlar” adlı kitabın “İslam Tarihinin Doğuşu ve Gelişimi” bölümünün önemli bir kısmını kendi yazmıştır.5


Atatürk’e göre, dinsiz toplumların devamına imkan yoktur. Nitekim 1930’da Ankara Halkevi’nde kendisine sorulan “Paşam, din lüzumlu bir şey midir? Hilafetin kaldırılması iyi mi olmuştur? Sorusuna, Atatürk gayet sakin bir tavırla şu cevabı vermişti: “Evet, din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur. Yalnız şurası var ki, din Allah ile kul arasındaki bağlılıktır.”6


Atatürk, genelde din, özelde de İslam dini konusunda düşüncelerini değişik ortamlarda dile getirmekten çekinmezdi. 29 Ekim 1923’te Fransız Gazeteci Pernot’a verdiği demeçte şunları söylemiştir: “Dinime, bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. Şuura aykırı, ilerlemeye engel hiçbir şey içermiyor.”7


Atatürk, İslâm dininin temel kaynağı Kur’an’a büyük önem veriyordu. Kur’an-ı Kerim’i defalarca incelemişti. Kur’an’ın sadece lâfzu manada okunulmasıyla yetinilmesine karşıydı. Kur’an’ın anlaşılmasını da istiyordu.
Atatürk’ün manevi kızlarından 14-15 yaşlarındaki Nebile bir gün Atatürk’e:

Ben Yasin-i Şerif-i ezbere hiç yanlışsız okurum, iddiasında bulunmuştur. Bunun üzerine Atatürk, Nebile’den bunu ispatlamasını istemiş. Kitaplığındaki Kur’an-ı Kerimlerden Arapça olanını getirerek, Yasin Suresi’ni açmış ve Nebile’den okumasını istemişti. Nebile, besmele çekerek Yasin Suresi’ni okumuş, bu sırada Atatürk de elinde Kur’an ile O’nu takip etmişti. Bu olaya şahit olan H.Aroğul, o sırada Atatürk’ün duygulandığı, gözlerinin nemlendiğini ifade etmektedir.8


Atatürk 1 Kasım 1922’de TBMM’nde saltanatın kaldırıldığı oturumda çok önemli bir konuşma yapmıştır. Çok ciddi bir İslam tarihi analizi içeren o konuşmasında Atatürk Hz. Muhammed’i: “Yüzü nurlu, sözü ruhani, ergin ve görüşte bedelsiz, sözünde sadık ve halim ve mertlikte başkalarına üstün olan Muhammed Mustafa...“ olarak tanıtmıştır.9


Atatürk döneminin canlı şahitlerinden Ercüment Demirer, Atatürk döneminde namaz kılan memurların işten atıldığı şeklindeki ifadelerin yalan ve iftira olduğunu belirtip şunları söylemektedir: “...Ordunun başı olan rahmetli Fevzi Çakmak, yardımcısı Orgeneral Asım Gündüz namaz kılarlardı. Atatürk devrinde TBMM Başkanı olan Abdülhalik Renda Cuma namazlarını Hacı Bayram Camii’nde kılardı."9


Atatürk, ömrünün son dönemlerinde bazı din adamlarıyla bir araya gelmiş, namaz sureleriyle ilgilenmişti. Hatta Türk tarihinin kökenleri konusunda araştırmalar yapması için Amerika’ya gönderdiği Tahsin Mayatepek’ten Amerika’daki eski uygarlıkların dini inançları ile ilgili bilgiler toplanmasını istemişti. Atatürk, Maya ve Aztek uygarlıkları başta olmak üzere; Amerika’nın eski uygarlıklarına ait arkeolojik kalıntılarda İslam dininin temel ibadetlerinden olan namazla ilgili bazı bulguların olabileceğini düşünüyordu. Atatürk’ün bu düşüncesinde haklı olduğu çok geçmeden anlaşıldı. Yapılan incelemeler sonucunda gerçekten de Amerika’nın eski uygarlıkların ait arkeolojik kalıntılar arasında namaza benzer bir tür ibadet şekline rastlanmıştı. Bu konudaki tüm veriler toplanarak, bir dosya halinde Atatürk’e sunuldu.10


Kur’an Atatürk’ün özel eşyaları arasında çok önemli bir yer tutuyordu. Atatürk’ün üzerinde, göğsünün üzerinde cebinde küçük bir Kur’an-ı Kerim (halkımızın Enam dediği türden) taşıdığını biliyoruz. Daha sonra Manevi Kızı Rukiye Erkin’e hediye tetiği bu Kur’an-ı Kerim; 1980 yılında Rukiye Erkin tarafından Anıtkabir Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi’ne bağışlanmıştır. Halen bu müzenin Atatürk’ün özel eşyalarının sergilediği ilk bölümünde Atatürk’ün saatlerinin sergilendiği vitrin içindedir.


“...Güneş doğarken çok müstesna bir hadise oldu. Muayede Salonu’nun büyük kapılarınının parmaklıklarından doğan güneş ve deniz içeriye vuruyordu. Bu çerçevenin içinde Gazi’nin manevi kızlarında Nebile Hanım, Gazi’nin işaretiyle sandalyenin üstüne çıktı. Sabah ezanı okumaya başladı. Bir aralık baktım Nebile Hanım’ın ses damlalarına yaş damlaları karışıyordu. Gazi Mustafa Kemal ağlıyordu!
Bu olay, Atatürk’ün inanç dünyası hakkında ilginç ipuçları vermesi yanı sıra, O’nun İslâm geleneğinin aksine (fakat Hz. Muhammet dönemindeki kadınların konumunu uygun olarak), bir kadına ezan okutması, bu konuda cinsiyet ayrımı yapmaması, Atatürk’ün alışılmışın dışında bir din yorumuna sahip olduğunun tipik işaretlerinden biri olarak değerlendirilebilir.11


...Ramazanların Atam için çok büyük bir önemi vardı. Ramazan gelir gelmez, ince saz heyeti Çankaya Köşkü’ne giremezdi. Kandil Geceleri de saz çaldırmazdı. Sadece beni huzurlarına çağırır. Kur’an-ı Kerim’den bazı Sureler okuturdu. Ben okurken gözleri bir notaya takılır; derin bir huşu içinde dinlerdi. Ruhunun çok mütelezziz olduğu halinden anlaşılırdı.12


Atatürk’ün önemli kararları alacağı zaman, cephedeyken ve İslâm dini için kutsal olan günlerde ağzına tek damla içki koymadığı bilinmektedir.13


Birinci Dünya Savaşı'nda Atatürk'ün Kurmay Başkanlığını yapan Orgeneral İzzettin Çalışlar'ın günlüğünde iki buçuk yıl içinde Atatürk'ün içki içtiği gün sayısının çok az olduğu görülmektedir.14


Atatürk’ün 12 yıl boyunca Dışişleri Bakanlığını yapan Tevfik Rüştü Aras, “ciddi işler konuşulduğu zaman Atatürk’ün yanında kahveden başka bir şey içilmezdi. Hele alkol asla bulundurmazdı“15


Atatürk, gündüz içmenin de aleyhindedi. Yanında bulunduğum uzun yıllar zarfında yalnız iki defa gündüz birkaç kadeh konyak veya rakı içtiğini gördüm. Maiyetinde çalışanların, vazifeli oldukları saatlerde içki kullanmalarını da hoş görmez, yasaklardı.


Atatürk’ü içki kullandığı için “dinsiz“ ilan eden inanç sömürücülerine, İslami hassasiyetlerinin çok yüksek olduğu bilinen Osmanlı padişahı Abdülhamit’e doktorların yasak edip sadece viskiyle yetinmesine izin verdiklerini hatırlatalım.16


Atatürk’ün ölmeden önce yanına dönüp Aleykümselam dediğini birçoğumuz biliriz.
Nahl Suresi 32. Ayet şu şekildedir:
(Onlar, takva sahipleri), meleklerin, “Selam sizin üzerinize olsun (selâmünaleyküm). Yapmış olduğunuz (iyi) işlere karşılık cennete girin“ diyerek iyilikle canlarını aldıkları kimselerdir.


“Tahnit, na’şın uzun süre bozulmadan bekletilmesini sağlamak amacıyla yapılan bir ilaçlama işidir.“


Atatürk’ün na’şı İslami usullere göre yıkandıktan ve kefenlendikten sonra içeriği yukarıda verilen eriyiğin damar yoluyla dokulara bulaşması sağlanmış.


Atatürk'e göre Kur'an'ın gönderiliş amacı insanlara bilgi vermek ve onların davranışlarını yönlendirmektir. Türkler dini bilgilerini Kur'an'dan öğrenmek yerine çevrelerindeki birtakım insanlardan öğrenmeyi tercih etmektedirler. Başkalarının anlattıklarına bakarak davranış geliştirmektedirler. Kur’an’ın gönderilişinin en önemli amacı olan bilgi edinme ve davranış geliştirme boyutunu ihmal etmektedirler. Türkler Kur’an’ı düşünmek ve öğrenmek için değil, onunla duygulanmak için okumaktadırlar. Oyna Kur’an’ın muhtevası, ilahi mesajlardan oluşmaktadır.17


İslam düşünürleri, Arapça bilmeyenlerin anlayabilmeleri için Kur’an’ın Arapça dışındaki dillere tercüme edilebileceği konusunda görüş birliğine varmışlardır. Kur’an’ı anlamak, manasına nüfuz edebilmek için çevirisinin yapılması uygun görülmüştür. Tercüme olmadan Kur’an’ı anlama imkanı bulunmayan kimseler için Kur’an meali hazırlamanın yararlı olacağı düşünülmüştür.18


Osmanlı Devleti’nde Türk halkının dini ilimler alanında uzman olmayan avam tabakası, Kur’an’ı sevap kazanmak düşüncesiyle bir şey anlamadan Arapça olarak okurdu. Kur’an’ın Türkçe anlamını okuyup, onun inceliklerine inmeye çalışıp, onu bir yol gösterici yapmanın da sevap olduğu bilinci yaygın değildi. Sevam ancak onun Arapça orijinal metini okumakla kazanılır kanaati hakimdi.19


TBMM’nin kararından sonra Diyanet İşleri Reisliği Türkçe Kur’an-ı Kerim Tercümesi (meâl) işini Mehmet Akif’e Türkçe Kur’an-ı Kerim Tefsir işini Elmalılı Hamdi Yazır’a ve Zebîdî tarafından hazırlanmış bulunan Buhari’nin muhtasar hadis külliyatı Tecrîd-i Sarih’in Türkçeye çevrilmesi işini de Babanzade Ahmet Naim’e görev olarak verildi.


Atatürk Kur’an’ı Türkçe’ye tercüme ettirerek, yüzyıllardır ihmal edilmiş bir Kur’an hükmünü, “Biz onu anlaşılsın diye... indirdik“ uygulamıştır. Üstelik O, bu konunun ne kadar önemli olduğunu bilerek Kur’an tefsir ve tercüme görevini Elmalılı Hamdi’ye vermiştir. Ve Elmalılı’nın yaptığı Kur’an tefsiri bugün bile aşılamamış, neredeyse mükemmel bir tefsirdir(Dokuz ciltlik o aşılamamış Elmalılı tefsiri).


Atatürk’ün hazırlattığı bir Türkçe hutbe kitabı vardır. Hazırlanan bu hutbe metinleri 1927 yılında Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi’nin önsözü ile “Türkçe Hutbeler“ ismiyle yayımlandı.

Cemaatle kılınan namazların yalnız kılınan namazlar üzerine olan erdemi ve üstünlüğü, haftada bir defa cemaatle cuma namazının farz olması, Müslümanlığın yalnız ferdi değil, aynı zamanda sosyal bir din olduğunu da gösterir.
Namaz, zikrullahı kapsadığı gibi hutbe de zikrullahı içerir. Bu yönüyle ikisine de “zikir“ denmiştir. Bundan dolayı cuma namazı nasıl farz ise cuma hutbesi de öylece farzdır. Farz olan hutbe okunmadıkça namaz düzgün değildir.

Hutbenin tamamen Arapça okunması, hutbelerdeki öğütlerden yararlanmak isteyen ama Arapça bilmeyen Müslümanların bu bir dindara yakışır emelinin gerçekleşmesine imkan vermemektedir.


Atatürk, İslâm’ın temel kaynaklarını Türkçe’ye çevirtmekle kalmamış, bunları bastırarak geniş halk kitlelerine ulaştırılmasını da sağlamıştır. O, Türkiye’de bir bakıma dinsel aydınlanma başlatmıştır. İslam’ın temel kaynakları üzerinde yaptıdığı çalışmalarla Türk-İslam dünyasında uzun zamandır ihmal edilmiş bir konu üzerine eğilme ihtiyacı duymuştur. Çok sayıda dini kitap bastırarak, halkın kulaktan dolma, yanlış ve eksik İslâmî bilgilerini, kitabî bilgilerle düzeltip din konusuna daha bilinçli yaklaşılmasına çalışmıştır. 1924 yılından 1950 yılına kadar, 352.000 takım dini kitap bastırılmış ve bunlar Atatürk döneminden başlayarak yurdun en ücra köşesine kadar dağıtılmıştı.
Bu kitapların dağılımı şöyledir:

1. 45.000 adet Kur’an-ı Kerim tercüme ve tefsiri (19’ar cilt).
2. 60.000 adet Buhari Hadisleri tercüme ve izahı (12’şer cilt).
3. 247.000 adet din kültürü eserleri.
Bütün bu rakamlar, Atatürk döneminde Türkiye Cumhuriyeti’nin dine karşı kayıtsız kaldığını, “negatif“ yaklaşımlar sergilediğini ileri sürenlere anlamlı bir cevap niteliğindedir.20


Atatürk, Erzurum Kongresi’nden ölümüne kadar hep yanında ve hizmetinde olan Mihallıççıklı Emir Çavuşu Ali Mehmetin aracılığıyla 5 bin lira gönderip Yunanların işgal sırasında yakıp yıktıkları ve imkanları olmadığı için Mihallıççıklıların yaptıramadığı kasabanın tek camisini yeniden yaptırmıştır.

Atatürk tüm masraflarını bizzat karşılayarak yaptırdığı bu cami, bugün Mihallıççık’tadır ve “Aşağı Camii“ veya “Mihalıççık Atatürk Camii“ diye adlandırılmaktadır.

1919’da başlanıp 1926’da tamamlanan Paris Camii’ne yardım yapanlar arasında Atatürk de vardır.

Kaynakça

1 S. Meydan, Atatürk,Modernizm, Din ve Allah, Bir Ömrün Öteki Hikâyesi, 3. Baskı, İstanbul, 2004, s. 40.
2 Sadi Borak, Atatürk ve Din, İstanbul, 2002, s.96.
3 Atatürk'ün Kitaplığı, Cumhurbaşkanlığı, 20.
4 Ş Turan, Atatürk'ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar, Düşünürler, Kitaplar, 3. Baskı, Ankara, 1999, s. 3.
5 S. Meydan, Yalanlara, Çarpıtmalara, İftiralara Panzehir, Gerçeğe Çağrı s. 80
6  Kılıç Ali, Atatürk'ün Hususiyetle, İstanbul, 1998, s. 137 S. Meydan, Atatürk, Modernizm, Din ve Allah, Bir Ömrün Öteki Hikayesi, s. 503.
7 S. Meydan, Atatürk, Modernizm, Din ve Allah, Bir Ömrün Öteki Hikayesi, s. 469
8 A. Altıner, Her Yönüyle Atatürk, 2. Baskı, Bakış Yayınevi, Ankara, 1962, s. 439. S. Meydan, Atatürk, Modernizm, Din ve Allah, Bir Ömrün Öteki Hikayesi, s. 475.
9 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: I., Ankara, 1927, s. 287-298
10 S. Meydan, Atatürk, Modernizm, Din ve Allah, Bir Ömrün Öteki Hikayesi, s. 492-493
11 K. Arıburnu, Atatürk'ten Anılar, Ankara, 1976, s. 110. S. Meydan, Atatürk, Modernizm, Din ve Allah, Bir Ömrün Öteki Hikayesi, s. 474-475
12 S. Meydan, Atatürk, Modernizm, Din ve Allah, Bir Ömrün Öteki Hikayesi, s. 482-483.
13 H. E. Adıvar, Türk'ün Ateşle İmtihanı, Çan Yayınları, İstanbul, 1962, s. 147.
14 İ. Görgülü, Atatürk'le İki Buçuk Yıl, Orgeneral İzzettin Çalışlar'ın Anıları, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1993.
15 yakınlarından Hatıralar, Derleme, İstanbul, 1955, s. 32.
16 Atatürk ve alkol konusunda şu eserlere bakınız: İ. Görgülü, Atatürk'ün Özel Yaşamı, Uydurmalar-Saldırılar-Yanıtlar, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 2003. S. Meydan, Atatürk, Modernizm, Din ve Allah, Bir Ömrün Öteki Hikayesi, s. 495-499.
17 A. Kasapoğlu, Atatürk'ün Kur'an Kültürü, s. 118.
18 S. Akdemir, Cumhuriyet Dönemi Kur'an Tercümeleri Akid Yayıncılık, Ankara 1989, s. 33, A. Kasapoğlu, Atatürk'ün Kur'an Kültürü, s. 120-121.
19 A. Kasapoğlu Atatürk'ün Kur'an Kültürü, s. 121.
20 A. Güler, Sarı Paşa İnsan Atatürk, s. 248-252.