Kategoriler

8 Aralık 2021 Çarşamba

Albert Camus - Yabancı

Yazar: Albert Camus (Alber Kâmü)
Yıl: 1942

        Bu eserde özellikle dikkatimi çeken yazarın satırlarını çeşitli uğraşılmış betimlemelerle yapmak yerine her insanın gün içerisinde yaptığı özüyle konuşmalar sırasında verdiği küçük ayrıntılar içerisinde öykülemesi. Gayet rahat biçimde, öyle akışkan oynatmış ki kalemini bir diğer sayfaya geçişiniz hikayenin ilerleyişinden çok bir anda kendinizi ana karakter Meursault yerine koymanızla hızlanıyor çünkü sanki o anda hareket eden Meursault değil de sizmişsiniz gibi geliyor ve bunun nedeni kendinizi ana karakterle bağdaştırmanız değil, anlatım biçimi. Ustaca, gerçekten. Sanırım bunun nedeni Albert Camus’nün bir tiyatro yazarı olması. Bunu bilemiyorum çünkü daha eserlerinin birçoğunu okumadım. Halbuki daha önceden de tiyatro yazarı olan romancıların kitaplarına zaman ayırmıştım ama hiç böyle hissetmemiştim. Enteresan bir deneyim oldu benim için.

    Meursault, evet ana karakterimiz; mütevazı bir yaşama sahip ve isteklerinin çok da bir şey olmayışından günlerini sıkılmadan geçirebiliyor. O, yalnızca o anı yaşıyor. O an yapacak daha iyi başka bir eylemi yoksa yaptığını devam ettirmeyi seçiyor. Çünkü o, nasılsa öyle birisi. Hissettiğinden ve o an olduğundan farklı değilse başka etkenlere yahut kişilere göre şekillenmiyor. İlginç çünkü yaşamım boyunca insanları gözlemlemeyi sevmişimdir, analiz etmeyi de başarılı şekilde yapabildiğimi söyleyebilirim ve diyorum ki bunu bol keseden “konuşmazsak” yüz kişiden doksanı yapamaz ki aslında doksan beşi bile diyebiliriz. On yıllar öncesinin gerçekçi ve toplum ile bireye ayna tutan birçok eserini okuduğumda dahi bugünkü durumla karşılaşıyorum: İnsanın kendisi olamayışı, var oluşunu ve davranışlarını toplumun şekillendirmesine izin verişi. Kendimi bir noktada Meursault ile fazlasıyla bağdaştırdım, çünkü ben de eğer yapmışsam artık eylemden pişmanlık duymam.

Sanırım size eseri biraz merak ettirmiş olmalıyım. Okuyun o halde, eser bir çırpıda okunur düzeyde ve bana geri dönüşlerinizi yapın ki bu ardından muhabbeti edilesi eserden azami zevki almış olayım.

İncelememi okuyanlar ikramiyemilerini almak için buraya dokunabilirler. (:


Altını Çizdiğim Satırlar


İnsan ne de olsa daima biraz kabahatlidir.


Beni gölge kokan küçük bir odaya soktu.


İnsan bilmediği şeyler hakkında daima abartılı düşüncelere kapılır.



Avart: Yanağın ağız boşluğu. 
Biteviye: Tekdüze
Konşimento: Taşınmak için gemiye teslim edilen malın irsaliyesi. (İt.)
Meşin: İşlenmiş koyun derisi, bu deriden yapılan. (Fa.)
Sökün: Birçok kişi veya şey birbiri ardından gelmek, görünmek. 
Şilep: Yük gemisi. (Al.)
Vakar: Ağırbaşlılık (Ar.)


5 Aralık 2021 Pazar

Stefan Zweig - Olağanüstü Bir Gece

Yazar: Stefan Zweig (Ştefın Tsıvayk)

    Şebnem Ferah bir parçasında der ki: "Sen hiç, hiç oldun mu? Birden duruldun mu? Bulanıkmış, berrakmış her suyu içtin mi?"

    Böylesi yaşamlara rastlayınca neden bilmem hep bu sözler kulağımda tekrarlanır. Baron Fredrich, harcayıp bitiremeyeceğini düşündüğü bir varlık içerisinde hiçleşmiştir. Çünkü onun ilgisini çekebilecek her ne varsa tükenmiştir. Siz okurlarıma komik gelebilir, "Öylesi varlıkla neler yapılır!" diye düşünebilirsiniz. Acaba günümüzle kıyasladığınızda satın alabildiğiniz zevkin ve eğlencenin kaçta kaçını o zamanlarda alabilirdiniz ki? Bence bu taraftan bakmak gerekir. Baron Fredrich'in soylu ve zengin bir avcu dolduran kesimden ziyade sıradan insanların rastgele "bir aradalığına" ilgi duyması o kadar da şaşılacak şey değil. Bir noktada üstünlük olarak algılanacak seçkinlik ve zenginlik aslında şahsın iç dünyadaki yalnızlığını da beraberinde getirir, çünkü insan hep kendisi gibi olanı sevmişken öteki olana güdüsel olarak kinlenmiştir; kendisini geliştirmeyip güdülerinin önüne düşüncelerini geçirememiş her insanda bu durum yaşanagelmiştir. 

    Bu arzusuz yaşamın içerisindeki Baron Fredrich'in yaşamın içinde fark etmediği hırslardan birisine denk gelişinin ve Baron için hayatın renklerinin bir anda nasıl da alacalandığının öyküsünü okuyacaksınız. 


Altını Çizdiğim Satırlar


İngilizlere özgü kusursuz dikilmiş bir takım elbisenin toplum içinde hiçbir biçimde göze batmayışı gibi benim varoluş biçimimde de dikkat çekici hiçbir şey yoktu ve en çok hoşum giden yanı da buydu.


Özlemini çektiğim şey; arzulardan ziyade, arzulama arzusuydu.


Kayıtsız kalan için başkalarının uyarılmışlığı en hoş izlencedir.


Tekrarlar beni çekmiyordu.


Yabancı dudaklardan kahkahalar içiyordum.


Sadece kendi kaderlerini bir gizem olarak yaşayabilenlerin gerçek anlamda yaşadıklarına inanıyorum.


İnsanların geçmişte kalan her şeyin hep bir hata ve ileriye bir hazırlıktan ibaret olduğunu sanmaları genel bir delilik hali herhalde.




Alabanda : Deniz teknelerinin iç yanı, borda karşıtı. (İt.)
Borda : Geminin veya kayığın yanı, alabanda karşıtı. (İt.)
Kösnül: Erotik 
İkame: Yerine koyma, yerine kullanma, ortaya koyma. (Ar.)
Tahkir: Aşağılama, onur kırma. (Ar.)

25 Aralık 2019 Çarşamba

Balzac - Vadideki Zambak


Yazar: Honore de Balzac

       Benim için başlarda konusuyla olmasa da bana, dolaylı yoldan verdiği ders ile ölene kadar hafızamda yer edinecek bu eseri size büyük bir zevkle sunmak isterim.

       İlk sayfalarda aile içerisinde zorluk ve sevgisizlik yaşamış saygın bir soydan gelen parlak gencin öyküsünün de akıcılığı dolayısıyla büyük bir hevesle başladığım eserin, konusu ortaya çıktıkça düşmanı olarak hafif bir tiksintiyle okumaya -daha doğrusu kendimi zorlayarak okumaya- devam ediyordum. Bir noktadan sonra iğrenip kitabı köşeye atıvermiştim. Neden mi? Çünkü eser, konusu itibariyle evli ve iki çocuk sahibi Madam de Mortsauf'a aşık olan genç baş karakterimiz Felix de Vandenesse'in ağzından yazılmıştı ve kahramanımız, ne arzularına engel olabiliyordu ne de aşkına... 

       Aradan aylar geçmişti ve evde elektriğin kesik olduğu bir anda kitabı tekrar elime aldığımda; günlerce altın bulmak için kazan bir madencinin, cevheri olduğu yerden tam da çıkaracakken son kazma darbesini vurmadan vazgeçtiği gibi kitabı köşeye attığımı fark ettim. Çünkü eserin, bir erkeğin toplum içerisinde nasıl hızla yükselebileceğiyle alakalı aşama aşama i-na-nıl-maz derecede doğru bilgiler içerdiğini fark etmiştim. 

       Kocası tarafından hayatı boyunca hor görülmüş, aradığı sevgi ve ilgiyi hiçbir zaman görememiş Henriette'in; çocuklarının babasını biraz olsun sevmeyip Felix'e aşık olduğu halde başta ahlak ve erdem ile ayrıca yaş endişesinden bu aşka karşılık vermekte tereddüt etmektedir. Onur, namus ve erdemlerine karşı duran aşkı ve arzuları ile savaşmak zorunda olan Henriette'in; kaba, anlayıştan uzak, cinsiyetçi, hasta ve bencil kocasına rağmen genç Felix'e karşı olan aşkı ve içerisinde büyüyen arzularına karşın onur ve sadakatini nasıl koruyabildiğini şaşarak idrak edeceksiniz.

       Bir kadının, kendisini tanrısına ve çocuklarına adamış bir kadının nasıl da ihanet etmeden aşkını içinde saklı yaşayabileceğine; sevdiği adamı, kendi çocuğu gibi yetiştirip toplumda saygın birisine dönüştürebileceğine; onun, çocukları için göğsünü nasıl siper edebileceğine tanık oldum. Keza, bir, yalnızca bir bencil davranışın nasıl da hayatların ellerden kayıp gitmesine yol açacağına da...

       Roman yazım olarak ruhsal betimlemeleri öyle güzel yapmış ki neredeyse (abartıyorum, çünkü o şato ve dış çevre betimlemeleri de neydi öyle!) nesnel betimlemelerin önüne geçmiş. Bu tür yazım teknikleri benim en çok sevdiklerimdendir. Size, bir karakter düşünürken resmen ona eş zamanlı olarak sizin de onun düşüncelerini tartıp; "Hayır! Öyle değil, yapma..." gibi  tepkileri içinizden geçireceğinizin garantisini veriyorum.

Keyifli okumalar dilerim,
Ayberk Öğredik.

İncelememi okuyanlara ikramiyem: 
https://www.youtube.com/watch?v=BudcH-lXsyE
:)

Altını Çizdiğim Satırlar


Açık havada güneşin etkisiyle esmerleşen sinirli elleri, yalnızca atta binerken ya da Pazar günü kilisedeki ayine giderken eldiven giydiğini kanıtlıyordu.

Şerefli bir alçaklık içindeydim.

Sonradan görme insanlarda, kurnazlıklarını aldıkları maymunların ustalıkları vardır: Onların yükseklere tırmanışlarındaki atikliğe, el çabukluğuna hayran olursunuz; fakat tepeye ulaştıkları zaman da yalnızca utanç verici yerleri görünür.

Bir delinin defalarca bir sözü tekrarlaması gibi, şu sözleri içimden sürekli yineledim: "O, benim olacak mı?"

Tanrı'dan daha insafsız olmayın, dedim. Ben, daha merhametsiz olmak zorundayım; çünkü ben, Tanrı'dan daha güçsüz bir varlığım, dedi.

...onlara içercesine dokundum.

Aşk, kendisi olmayan her şeyden dehşet duyar.

Evet, sonraları bir kadını, kadın olduğu için seveceğiz; oysa sevilen ilk kadında onun her şeyini seviyoruz: Onun çocukları bizim çocuklarımızdır; onun evi, bizim de evimizdir; çıkarları, bizim de çıkarlarımızdır; onun mutsuzluğu bizim en büyük felaketimizdir...

Siz, beni anlayamazsınız; siz, bir kadınsınız ve anlattıklarımda sizin hiçbir zaman benzerini almadan verdiğiniz bir mutluluk söz konusu.

Sonra bu sık ağaçlı ormandan çıkınca, kıraç ve nadasa bırakılmış bir toprakla karşılaşırsınız. Orada, yakıcı yabani otlar arasında karayılanlar görürsünüz; karınları tıka basa dolu karayılanlar, zarif, ince başlarını kaldırarak deliklerine doğru kaymaktadırlar. Tüm bunların üzerine kimi zaman hayat dolu dalgalar gibi akan bir güneş selini, kimi zaman yaşlı bir adamın alnındaki kırışıklıklar gibi dizilmiş kurşuni bulut kümelerini, kimi zaman da hafifçe turunculaşmış, açık mavi şeritlerle çiziklenmiş bir gökyüzünün soğuk tonlarını serpin ve sonra da onları dinleyin. Şaşırtıcı bir sessizliğin içinde anlatılamaz ezgiler, ahenkler işitirsiniz.

Üzüm salkımlarını toplamak, buğday biçmekten çok daha kolaydır.

Onun, o son derece güzel sesiyle söylediği bu cümle dünyada hiçbir kadının bir daha bana veremeyeceği zevkleri tattırıyordu.

Kontes, benimle ince bir kumun üzerinde denizin mırıldandığı minicik dalgalara benzeyen yumuşak ve alçak bir sesle konuşuyordu.

Her seferinde daha geniş bir yaşama doğuyorum ve herhangi bir büyük kayanın tepesine çıkarken her adımda yeni bir yeri keşfeden gezgin gibi oluyorum. Her yeni sohbette uçsuz bucaksız hazinelerime yeni bir tanesini eklemiyor muyum? Öyle sanıyorum ki bitmek tükenmek bilmeyen sevgilerin sırrı işte burada. Size ancak sizden uzak olduğum zaman sizden söz edebilirim. Çünkü yanınızda olduğum zaman, sizi görmek fazlasıyla gözlerimi kamaştırıyor. Mutluluğumu anlatabilmek için fazlasıyla mutluyum; kendim olabilmek için fazlasıyla sizinle doluyum; konuşmak için fazlasıyla konuşkan kılıyorsunuz beni; yaşadığım dakikalara o denli büyük bir tutkuyla sarılıyorum ki geçmişim artık benim için bir şey ifade etmez oluyor. Bunun kusurlarını bağışlamak için bu, sürekli sarhoşluğu iyi bilin. Sizin yanınızda hissetmekten başka bir şey gelmiyor elimden.

Bir anda gökyüzüne ne kadar dua yükseldi. Eğer, seni yine bana bırakmasını Tanrı'dan istemek için aştığım uzaylardan geçerken son soluğumu vermediysem, demek ki insan ne sevinçten ölüyor ne de acıdan!

Yine başlamayın! Kuzum, siz bir dost eliyle yaralarımın kanını kurutmanın acıklı zevkini benden almak mı istiyorsunuz?

Sonra içini çekerek gizli üzüntüleriyle isyan eden bir tutsağın gülüşüyle bana baktı.

Ağlamaklı sesiyle söylediği bu sözlerde, aşkın bileşik faizi denilebilecek duyguların ne de güzel ödenişi vardı.

Babamın evine dönünce bir cimrinin üzerinde taşımak zorunda olduğu banknotları sıkça yokladığı gibi durmadan dokunduğum o mektubu okuyabileceğim ilk geceyi büyük bir sabırsızlıkla bekliyordum.

Benim düşünceme göre, bir dük ve bir meclis üyesi, bir zanaatçı ile yoksula, o yoksulun ve zanaatçının dük ile meclis üyesine olduğundan daha fazla borçludur. 

Yoksul adam, tarladaki işinden yorgun argın gelip de yattığı zaman, görevlerini yerine getirmediğini mi sanıyorsunuz! Hiç kuşkusuz o yoksul insan üzerine düşen görevleri yüksek mevkilerdeki pek çok kimseden daha iyi yapmıştır.

Kendinize fazla güvenmeyin, bayağı olmaktan kaçının ve aşırı gayretli de olmayın; bunlar yaşam denizinden insanın her an çarpabileceği üç kayadır. Kendinize gösterdiğiniz aşırı güven, başkalarının size göstereceği saygıyı azaltır; bayağı tavırlarınız küçümsenmenize neden olur; başkaları için göstereceğiniz aşırı ve gereksiz çabalar da insanlar tarafından sömürülmenize, kullanılmanıza yol açar.

Fakat bütün sempatileri etrafınıza toplamak, sevimli, nükteci, zeki ve dostluğuna güvenilir bir adam olarak görünmek mi istiyorsunuz? o zaman onlara kendilerinden söz edin ve doğrudan ilgisi olmayan konularda bile sözü, onlara getirmenin bir yolunu bulun; karşınızdaki yüzler hemen canlanacak, dudaklar size gülümseyecek, siz oradan ayrılıp gittikten sonra herkes sizi övecek ve yere göğe konduramayacaktır.

O, tıpkı dövülünce başka demirlere kaynayabilen fakat kendi sertliğinde olmayan her şeyi bir  dokunuşta kıran demire benzer.

Genç kadınlarla yalnızca şakalaşın, onların her şeyini ciddiye almayın; çünkü onlar ciddi bir şeyler düşünme yeteneğinden yoksundurlar. Dostum, genç kadınlar bencil, basit ve gerçek dostluktan yoksundurlar; kendilerinden başka hiçbir şeyi düşünmezler ve küçük bir başarı uğruna gözlerini kırpmadan sizi feda ederler.

Aşk, başlangıçta nasılsa, sonunda da öyledir; düzenli, dingin ve saftır, şiddetli gösterilerden yoksundur; saçlarına belki aklar düşer ama gönlü hep genç kalır. 

Bu gülüş bana öyle büyük bir gönül sarhoşluğu veriyordu ki ölmeme neden olacak bir darbeyi bile hissetmeyebilirdim.

Bir yeraltı labirentinde yolunu kaybetmemek için elinde bir iplik yumağından baişka bir şey kalmayan, onun koptuğunu görmekten çok korkan bir insanın telaşını bağışlayın.

Zambağım benim, dedim! Düşüncemin okşadığı, ruhumun öptüğü güzel çiçeğim benim!

Bakın Henriette, dedim. Ben yalan söyleyemem, iki yüzlülük gösteremem. Boğulan düşmanımı kurtarmak için kendimi suya atabilirim, onu ısıtmak için sırtımdaki paltoyu çıkartıp verebilirim, kısacası onu bağışlarım; fakat yaptığı hareketi asla unutmadan.

Kendi türlerinden yalnızca kendi kabul ettikleri kimseleri tanırlar; öbürlerine gelince, onların dillerini anlamazlar; bunlar kıpırdayan dudaklar ve gören gözlerdir fakat ne ses, ne de bakış onlara ulaşır; çünkü onlar için bu insanlar sanki hiç yokmuş gibidirler.

...demirden bir organizması vardı.

*sürprizkaçıran*
Leydi Arabelle bedenin metresi olmuştu. Madam de Mortsauf ise ruhun eşiydi. Metresin tatmin ettiği aşkın sınırları vardır; madde sınırlıdır, özelliklerinin hesaplı güçleri vardır ve kaçınılmaz doyuma maruzdur.

*sürprizkaçıran*
Leydi Arabelle kendini beğenmişlikle davranıyordu; beni yüceltip göklere çıkararak bütün övünmeleri destekliyordu. Beni böyle yükseklere yerleştiriyordu; çünkü ancak dizlerimin düzeyinde yaşayabilirdi.

Kont artık oklarını saplayacağı yumuşak toprakla karşılaşmayınca eziyet ettiği zavallı böceğin artık kıpırdamadığını gören bir çocuk gibi kaygılanmıştı.

Bu kadınlar defa etmek için daha fazlasına sahip olmak isterler, onlar her şeyi verirler.

Doğru yolda yürüdüğü için hâlinden yakınmaya kalkışanın vay haline!

Tanrı, bize mutluluk duygusunu ve zevkini verdiyse, bu dünyada derin üzüntü ve acıdan başka bir şey bulamayan masum ruhların sorumluluğunu üstlenmesi gerekmez mi? Bunun anlamı da ya Tanrı yoktur ya da hayatımız acı bir şakadan başka bir şey değildir.

İkimiz de donup kalmıştık. Uçuruma atılan bir taşın sesini dinler gibi, bu sözlerin yankısını dinliyorduk.

Onun sevgisinde ve çocuklarımızın bize beslediği sevgideki saf bencillik var. Bana çektirdiği üzüntülerin, yaptığı kötülüklerin farkında bile değil; her zaman bağışlanıyor!

Hiç kuşkusuz Tanrı, sevgiyi ancak acılar yoluyla tanımış olanları bağışlayacaktır. 

Şiddetli, coşkulu her sevgi borçlu olunan sevgilerden çalınır.

İki kadının hangi hızla birbirlerini incelediklerini iyi bilirsiniz.

Her acının kendi öğretisi vardır.

Güneş, hiç ışınlarının içinde bulunan ve onunla beslenen sinekciklerden kaygılanır mı?

Asıl suç, asıl günah seni sevmemek olmaz mıydı? Sen, bir melek değil misin? Seni diğer erkeklerle karıştırmakla o hanım sana hakaret ediyor. Ahlak kuralları sana uygulanamaz; çünkü Tanrı, seni her şeyden üstün yaratmış. Seni sevmek bir bakıma Tanrı'ya yaklaşmak değil midir?

Erkek, artık bu yaştan sonra hep alır; sevgilisinde kendisini sever. Oysa genç yaştayken erkek, kendinde sevgilisini sever. Daha sonraları bizi seven kadına zevklerimizi, belki de kötülüklerimizi aşılıyoruz; oysa hayatın başlangıcında, sevdiğimiz kadın, erdemlerini ve inceliklerini bize kabul ettirir; bir gülümsemeyle bizi güzele davet eder ve verdiği misalle bize özveriyi öğretir. Ne mutlu gençliğinde bir Henriette'i olana!

Mutluluk, mutlaktır ve karşılaştırmalara tahammülü yoktur.

Gerçekten de her büyük aşk bizim ruhunuza o kadar kuvvetle siner ki önce onun sertliklerini giderir, sonra kusurlarımızı ya da niteliklerimizi oluşturan alışkanlıkların açtığı izleri doldurur. Fakat kısa bir süre sonra birbirine iyice alışan iki sevgili, ruhlarındaki o çizgilerin yeniden ortaya çıktıklarını görürler. O zaman her iki taraf da birbirlerini incelemeye başlarlar; çok zaman tabiatın, tutkuya karşı göstereceği bu tepki karşısında, ayrılıkları hazırlayan ve dar görüşlü bazı kişilerin insan yüreğini tutarsızlıkla suçlamak için bir silah gibi sarıldıkları karşılıklı soğukluklar ortaya çıkar.

...suskunluğuyla bile konuşur ve gözleri yere eğikken bile size bakmayı bilir; eğer içinde bulunduğu durum konuşmayı ve bakmayı yasaklıyorsa, düşüncelerini yazmak için bu defa üzerine bastığı kumu kullanır; yalnızken aşkını uykusunda bile söyler ve o bütün dünyaya boyun eğdirir aşkını.

Bazı kadınlar kendilerine o kadar hakimlerdir ki tamamen size ait olmalarına imkan yoktur.

Başkalarının mutluluğu, artık mutlu olamayacak insanların avuntusudur.

Sanki ünlü bir ressamın fırçasından çıkmış bir portre seyreder gibi mektuplarınızı seyrediyordum.

*sürprizkaçıran*
...fakat özellikle sevdiğimiz öyle insanlar vardır ki kefenleri yüreğimizdir ve anıları her gün yürek çarpmalarımıza karışır. Soluk alır gibi onları düşünürüz; aşka özgü bir ruh gücünün zarif yasasıyla onlar bizim içimizdedirler. Bir ruh benim ruhumun içinde! Tarafımdan herhangi iyi şey, bir zambağın mis gibi kokularının havayı güzel kokularla doldurduğu gibi, hep o mezardan yayılıyor.

*sürprizkaçıran*
Biz kadınlar, hiç de sizin sandığınız kadar budala değiliz. Sevdiğimiz zaman, seçtiğimiz erkeği her şeyin üzerine tutarız. Üstünlüğümüze olan inancımızı sarsan her şey aşkımızı da sarsar. Erkekler bizim gururumuzu okşarlarken, aslında kendi gururlarını da okşamış olurlar. Eğer sosyetede kalmayı ve kadınlarla yakınlık kurmanın tadını çıkartmayı istiyorsanız, bana anlattığınız bu şeyleri sakın onlara anlatmayın; çünkü kadınlar, aşklarının çiçeklerini kayalıklara dikmekten ve sevgilerini hasta bir kalbin yaralarını sarmak için kullanmaktan asla hoşlanmazlar.



8 Ekim 2019 Salı

Stefan Zweig - Satranç

Yazar: Stefan Zweig
Çevirmen: Ayça Sabuncuoğlu
Yayınevi: Can (görsel temsili)


Kitabın başlangıç kısmında yazar tarafından satranç üzerine asker komuta etmekte Hannibal ve Napolyon'a benzetilen ana karakterimiz Czentovic; mülayim yapıda, sessiz ve sakin hatta büyürken çevresindekiler tarafından neredeyse zihinsel engelli olarak nitelendirilmesine karşın bir gün babalığı olan Papaz ve arkadaşının satranç oynadığı günlerden birinde Papaz'ın acil bi' işinin çıkmasıyla Czentovic, şans eseri oynanışını birkaç kez seyretmiş olduğu strateji oyunu satrancın başına oturuverir ve böylece serüven başlamış olur.

Czentovic, on sekizinde Macaristan şampiyonuyken yirmi üç yaşında Dünya şampiyonluğuna kadar yükselerek ismini tüm dünyaya duyurur. Artık geçim, hatta çok iyi bir geçim kapısı olan satrancı para karşılığı oynayıp satranç olmadan bir arada göremeyeceği parayı zimmetinde toparlamaya başlar.

Uzun öykü olarak adlandırılan kitabımızdaki fırtına, şampiyonumuzun bir gemiye binip onun neredeyse tamamen zıt karakteri olan özündeki coşku Nazi otoritesi tarafından işkenceyle yitirtilmiş Dr. B'nin bir anlığına kendisini tutamayıp her zaman kazanmak isteyen yenilgiye doyumsuz zengin bir pehlivanın şampiyon tarafından adeta kaz gibi yolunduğu bi' satranç maçının esnasında doğru hamleyi bahtsız şampiyon avcısına söyleyen Dr. B'nin tüm dikkati üzerine çekmesiyle kopuverir.

Esasında eser, yavaş ve planlı hareket eden kendisinden satranç konusunda oldukça emin, kararlı, acımasız ve müthiş bir özgüven sahibi Czentovic, Nazi otoritesini; bastırılmış coşkun yapısıyla hümanizmi, medeniyeti ve insanlığın 2. Dünya savaşında yaşadıklarını ve bu yaşanmışlıkların bıraktığı izleri simgeleyen bu iki karakter arasındaki çarpışmayı anlatır.

Usta, sıkça deyim kullanarak kalemiyle yine büyülü sözcükler yazmış gibi okutturuyor kendisini; keyifle okumanızı dilerim.

Ayberk Öğredik



Altını Çizdiğim Satırlar


Bütün yontulmamış varlıklarda olduğu gibi onda da gülünç bir kendini beğenmişlik vardı...

Sabit fikirli, kafasını tek bir düşünceye takmış her türlü insan, yaşamım boyunca beni çekmiştir, çünkü bir insan kendini ne kadar sınırlarsa, öte yandan sonsuza o kadar yakın olur; işte böyle görünüşte dünyadan kopuk yaşayanlar, özel yapıları içinde karınca gibi, dünyanın tuhaf ve eşi benzeri olmayan bir maketini kurarlar.


...her zaman öylesine ve yalnızca eğlenmek için...

...kendi kendinin mimarı bu iri-yarı adam...

...en az on dakika bekletti bizi, bu da gelişinin büyük bir etki yaratmasını sağladı.

Sakin ve soğukkanlı bir biçimde masaya yaklaştı, kendisini tanıtmadan "Kim olduğumu biliyorsunuz, sizin kim olduğunuz ise beni ilgilendirmiyor," demek oluyordu herhalde bu saygısızlık.


Bize hiçbir şey yapmadılar, bizi tümüyle hiçliğin içine yerleştirdiler, çünkü bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapmaz. Her birimizi tam bir boşluğa, dış dünyaya sıkı sıkıya kapalı bir odaya hapsetmekle, eninde sonunda dilimizi çözecek olan baskı, dayak ve soğuk yoluyla dışarıdan değil içeriden yaratılacaktı.

Ama ne kadar soyut görünürlerse görünsünler, düşünceler de bir dayanak noktasına gereksinim duyarlar, yoksa kendi çevrelerinde anlamsızca dönmeye başlarlar; onlar da hiçliğe katlanamaz. İnsan sabahtan akşama kadar bir şey olmasını bekler ve hiçbir şey olmaz. Bekleyip durur insan. Hiçbir şey olmaz. İnsan bekler, bekler, bekler, şakakları zonklayana dek düşünür, düşünür, düşünür, düşünür. Hiçbir şey olmaz. İnsan yalnız kalır. Yalnız. Yalnız.

...sanki kendi sözcüklerimin peşinden koşmak istiyordum.

Ama bu kitapla cehennemime geri dönmek ne olağanüstü bir andı, en sonunda yalnızdım, ama hiç de yalnız sayılmazdım!

...yani satrançta kendine karşı oynamak, kendi gölgenin üstünden atlamak gibi bir çelişkidir.

...kendime karşı oynadığım bu mantıksız oyundan başka bir şeyim olmadığı için, öfkem, intikam hevesim fanatik bir biçimde bu oyuna yöneldi. İçimdeki bir şey haklı çıkmak istiyordu ve savaşabildiğim tek şey içimdeki bu öteki ben'di.



Anlamını Bilmediğim Kelimeler















10 Mayıs 2019 Cuma

Ali Güler - Atatürk ve İslâm


Ali Güler - Atatürk ve İslâm



Atatürk ve İslâm
Yazar: Yrd. Doç. Dr. Ali Güler

Kitap Hakkındaki Düşüncelerim


«Bu kitap incelemesini baştan sona okuduğunuz takdirde Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e din üzerinden dil uzatan herkesi bir hamlede ahraz edebileceksiz.»

Eser, on yıllardır süregelen Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü dini değerler üzerinden itibarsızlaştırma girişimlerini tek tek tespit edip bunlara atamızın anıları, yaşayışı, yaptıkları ve yaptırdıkları üzerinden birçok farklı örneklerle cevap vermiş; itibarını ezmek amacıyla atamızın üzerine dizilmeye çalışılan her asılsız taş parçasını un ufak etmiştir.

“Şüphesiz dönemin Türk aile yapısı (geniş aile) düşünüldüğünde dedeler, babaanne, anneanne, teyzeler, dayılar, amcalar da aile çerçevesi içinde çocuğun kişiliğinin şekillenmesinde” etkili olacağını düşündüğümüzde; İslamiyet’e yakın, muhafazakar değerlere bağlı, dindar bir ailenin mensubu olan atamızın, dedesi Kızıl Ahmet Efendi’nin ve amcası Kızıl Mehmet Emin Efendi’nin –Kur’an-ı Kerim’i tümüyle ezberlemiş olan ve ezberden okuyabilen kimse anlamına gelen– hâfız unvanına, diğer dedesi Feyzullah Efendi’nin –hoca, imam, alim anlamlarına gelen– sofizade unvanına, yine babası Ali Rıza’nın da -atamızın amcası ve dedesi gibi okur ve yazar, eğitimli insan anlamına gelen– efendi unvanına sahip olduğunu eser içerisinde gördüğümüzde Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün en azından hayatının ilk yıllarında İslamiyet’e ve düşünceye uzak olmasını bekleyemeyiz. Nitekim atamızın, cumhuriyetin ilanının akabinde İslamiyet için yaptığı eylemleri/katkıları size anlattıktan sonra –ki bunlar belgeli, sabit ve gerçek bilgilerdir; kitabın geri kalanındakiler gibi– yalnız hayatının ilk yıllarında değil, hayatının sonuna kadar İslamiyet’e gönül vermiş bir lider olduğunu kolayca fark edebilirsiniz.

”Oğlu Mustafa’ya ’adam olmak için okumak, öğrenmek şarttır. Başka çare yoktur,’ diyen Ali Rıza Efendi; geniş görüşlü, modern düşünceli, yeniliklere açık aydın bir insandı. Muhafazakar aile yapısının yanında, akılcı bir babaya sahip olan atamızın düşünce yapısı daha hayatının ilk yıllarında gelişmiştir. Atamızın çocukluğunu yaşadığı yıllar, sonradan milyonlarca insanın yararlanabileceği bir ağacın tohumlarının serpildiği, çimlenmeye başladığı yıllardır.

Hayatının en varlıksız dönemlerinde cebindeki iki kuruşun birisiyle kitap almış Gazi Mustafa Kemal Atatürk, kendi özel kütüphanesinde bulunan ve okuduğu tüm kitaplar içerisinde dini kitapların oranı %28.5’tir. Yani kütüphanesinin yaklaşık üçte biri din, dinler, İslâm ve bunlara yakın konulara ait kitaplardan oluşmaktadır.

İncelememin, altını çizdiğim satırlar kısmında daha geniş ve kaynağıyla belirtildiği gibi Gazi Mustafa Kemal, Kur’an-ı Kerim’in buyruğu olan “Biz onu anlaşılsın diye... indirdik,“ hükmünü Kur’an’ı Kerim’in tefsir ve meâlini yaptırarak, yani Türkçe’ye (günümüzde dahi Elmalılı Hamdi Yazır'ın kaleminin üstüne geçilememiştir) çevirisini yaptırarak dinimize en büyük katkısı olan şahısların başına adını yazdırmıştır.

«Bu kitap incelemesini baştan sona okuduğunuz takdirde Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e din üzerinden dil uzatan herkesi bir hamlede ahraz edebileceksiz.»

Keyifli ve dikkatli okumalar dilerim, saygılarımla,
Ayberk Öğredik


Altını Çizdiğim Satırlar


Toplumsallaşmış birey demek, “bir aileye, dine, millete mensup kişi” demektir.


Zübeyde Hanım’ın dindarlığını anlamak bakımından 1996 yılında Başkent Üniversitesi’nde Atatürk’ün manevi evlatlarından Abdürrahim Tunçak adına açılan müzedeki Zübeyde Hanım’ın özel eşyalarına bakmak yeterlidir; bu eşyalar arasından zemzem kabı, değişik tespihler, seccadeler ve Kur’an-ı Kerim gibi dini eşyalar dikkat çekmektedir. Zübeyde Hanım’ı tanıyanlar, Zübeyde Hanım’ın evinde iki adet Kur’an-ı Kerim bulunduğunu, bunlardan birinin özel mahfaza içinde duvarda asılı durduğunu, diğerinin ise evin başköşesinde bir rahle üzerinde açık durduğunu belirtmektedir.1


Ölmeden önce Zübeyde Hanım, Cemal Bey’den bir istekte bulundu: “ Evladım, ben öldükten sonra ruhuma her sene atim okutmak üzere bir yere bir miktar para bırakmak isterim. Bunu nereye verelim?”

Zübeyde Hanım’ın vasiyetnamesinden
9. Her zaman akmak üzere şehrin münasip bir yerine de bir çeşme yaptırılıp suyu akıttırılmak ve ara sıra onarımına harcanmak üzere 475 Lira ayırdım.
10. Her Cuma günü, Cuma namazından bir saat evvel başlanarak, ezan okununcaya kadar uygun bir camii şerifte cemaate karşı iki cüz’ü şerif okutturularak, karşılığında okuyan hafız efendiye gelirinden verilmek üzere 490 lirayı ve dokuzuncu maddenin hükümleri için usulü dairesinde Şerife Mahkemesi’nde vakfiyesini tescil ettirmeye ve mütevelli tayinine ve dilediği kimseyi mütevelli kılmaya mezun eyledim.
11. Kefalet, savm ve salat ve zûnup için ve Kurban Bayramı’nın birinci günü beş adet kurban kesilmek ve Öksüzler Yurdu öğrencilerine yedirilmek ve Kur’an hatmolunmak üzere bir defaya mahsus olarak Öksüzler Yurdu’na 200 Lira hediye ve teberru edilecektir.


Atatürk’ün Mevlana ve Mevlevilik ile ilişkisi de daha öğrencilik yıllarında başlamıştır. Okul tatillerinde Selanik’e gelen Mustafa Kemal Mevlevi Tekkesi’ni ziyarete gider, orada Mevlevi ayini dinler, sema seyrederdi. Gördükleri ve duydukları ilgisini çektiği için, sonraki yıllarda Mevlana’nın Mesnevi ve Divan-ı Kebir isimli eserlerinin tercümelerini okumuştur.2


Mustafa Kemal’in okuduğu ilköğretim ve orta-öğretim kurumlarında neredeyse her yıl okutulan “Akaid” veya “Akaid-i Diniye” dersleri, “İlm-i Ahlak” dersi ile birlikte Harp Okulu’nda da okutulmaktadır. Bu birikimin sonucunda Atatürk’ün Kur’an-ı Kerim’i tercüme ve tefsir edebilecek derecede Arapça bilgisine sahip olduğu görülecektir.


Atatürk’ün Özel Kütüphanesi’ndeki kitapların sayısı Tereke kayıtlarına göre, 4,433 sayıda, 7,338 parça; Katalog’a göre ise, 4,289 sayıda, 10,000 bibliyografik künye olarak tespit edilmiştir.

Çankaya Atatürk Kitaplığı’nda 2,068, Anıtkabir Atatürk Kitaplığı’nda ise 2,161 olmak üzere toplamda 4,219 adet kitap kayıtlıdır.3


Atatürk’ün kütüphanesindeki kitaplar incelendiğinde; doğrudan İslam ve diğer dinler ile ilgili olanlar ve dinler tarihi bakımından önem taşıyan tarih, coğrafya ve siyasal bilimler konularındaki kitapların tüm kitaplar içerisindeki oranı %28.5’tir. Yani kütüphanesinin yaklaşık üçte biri din, dinler, İslam ve bunlara yakın konulara ait kitaplardan oluşmaktadır.


M. Kemal, tarihi bir dönemeçte dünyaya gelmiştir. O süreci iki büyük olgu belirliyordu: Fransız Büyük Devrimi’nin temel ilkeleri olan “insan hakları,” “özgürlük,” “bağımsızlık” ve “milliyetçilik” gibi kavramların Avrupa’dan sonra Asya’da yayılıp etkilerini artırması ve yüzyılların gerisinden gelen Osmanlı Devleti’nin parçalanıp çöküşünün hızlanması. Artık çok milletli, çok kültürlü, çok dilli, çok dinli imparatorluklar yıkılıyor, tek millete dayanan milli devletler kuruluyordu. Sanayi devrimi ile birlikte akılcılığa, pozitif bilimlere dayalı yeni bir bilim felsefesi gelişiyordu. Tarım toplumu yıkılıyor, yerine sanayi toplumu oluşuyordu.4


M. Kemal’in inkılapçı ve çağdaşlaşmacı kişiliğinin Tevfik Fikret’in şiirlerinden etkilendiği, onun özellikle “Sis, Ferda, Rücu ve hatta Zangoç” isimli şiirlerini çok sevdiğini ve zaman zaman ezbere okuduğunu biliyoruz.


Atatürk’ün düşüncelerinde ve gerçekleştirdiği Türk İnkılabı’nda “akılcılık” (rasyonalizim) ve “olguculuk” (pozitivizm) izleri bulunmaktadır. Aklı ve bilimi kılavuz edinen ve gerçekçiliğin temel kişilik özelliklerinden olduğu görülmektedir. Bu nedenle onun bu konuda etkilendiği düşünürlerin başında akılcılığun büyük temsilcisi” Descartes” ve yine bu akımın ünlü temsilcisi “Kant” gelmektedir.
Atatürk’ün, Fransız İhtilalının fikri hazırlayıcıları arasında üzerinde en çok durduğu, eserlerini okuduğu ve kendi düşünce hayatının oluşmasında en çok yararlandığı düşünürlerden biri şüphesiz “J. J. Rousseau”dur.


“Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” diyen M. Kemal’de özgürlük kavramı, Fransız İhtilalı’ndan sonra kazandığı anlamla, düşünce ve siyasal alandaki özgürlükler kadar “vicdan özgürlüğü”nü de içerir. O, toplumda değişik düşüncelerin ve değişik inançların bulunmasını, özgürlüğün doğal bir sonucu olarak kabul etmekte, dahası, tek tip düşünce ve inancın toplum için tehlikeli bir durum, bir ölüm belirtisi olduğunu söylemektedir.


Atatürk “Dinler Tarihi” ve bunun içinde “İslam Tarihi ve Türkler” konularının yazılırken “bilimsellik” ve “millilik” ölçülerinin göz ardı edilmemesi gerektiğini düşündüğünden liselerde okutulacak olan “Tarih II, Orta Zamanlar” adlı kitabın “İslam Tarihinin Doğuşu ve Gelişimi” bölümünün önemli bir kısmını kendi yazmıştır.5


Atatürk’e göre, dinsiz toplumların devamına imkan yoktur. Nitekim 1930’da Ankara Halkevi’nde kendisine sorulan “Paşam, din lüzumlu bir şey midir? Hilafetin kaldırılması iyi mi olmuştur? Sorusuna, Atatürk gayet sakin bir tavırla şu cevabı vermişti: “Evet, din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur. Yalnız şurası var ki, din Allah ile kul arasındaki bağlılıktır.”6


Atatürk, genelde din, özelde de İslam dini konusunda düşüncelerini değişik ortamlarda dile getirmekten çekinmezdi. 29 Ekim 1923’te Fransız Gazeteci Pernot’a verdiği demeçte şunları söylemiştir: “Dinime, bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. Şuura aykırı, ilerlemeye engel hiçbir şey içermiyor.”7


Atatürk, İslâm dininin temel kaynağı Kur’an’a büyük önem veriyordu. Kur’an-ı Kerim’i defalarca incelemişti. Kur’an’ın sadece lâfzu manada okunulmasıyla yetinilmesine karşıydı. Kur’an’ın anlaşılmasını da istiyordu.
Atatürk’ün manevi kızlarından 14-15 yaşlarındaki Nebile bir gün Atatürk’e:

Ben Yasin-i Şerif-i ezbere hiç yanlışsız okurum, iddiasında bulunmuştur. Bunun üzerine Atatürk, Nebile’den bunu ispatlamasını istemiş. Kitaplığındaki Kur’an-ı Kerimlerden Arapça olanını getirerek, Yasin Suresi’ni açmış ve Nebile’den okumasını istemişti. Nebile, besmele çekerek Yasin Suresi’ni okumuş, bu sırada Atatürk de elinde Kur’an ile O’nu takip etmişti. Bu olaya şahit olan H.Aroğul, o sırada Atatürk’ün duygulandığı, gözlerinin nemlendiğini ifade etmektedir.8


Atatürk 1 Kasım 1922’de TBMM’nde saltanatın kaldırıldığı oturumda çok önemli bir konuşma yapmıştır. Çok ciddi bir İslam tarihi analizi içeren o konuşmasında Atatürk Hz. Muhammed’i: “Yüzü nurlu, sözü ruhani, ergin ve görüşte bedelsiz, sözünde sadık ve halim ve mertlikte başkalarına üstün olan Muhammed Mustafa...“ olarak tanıtmıştır.9


Atatürk döneminin canlı şahitlerinden Ercüment Demirer, Atatürk döneminde namaz kılan memurların işten atıldığı şeklindeki ifadelerin yalan ve iftira olduğunu belirtip şunları söylemektedir: “...Ordunun başı olan rahmetli Fevzi Çakmak, yardımcısı Orgeneral Asım Gündüz namaz kılarlardı. Atatürk devrinde TBMM Başkanı olan Abdülhalik Renda Cuma namazlarını Hacı Bayram Camii’nde kılardı."9


Atatürk, ömrünün son dönemlerinde bazı din adamlarıyla bir araya gelmiş, namaz sureleriyle ilgilenmişti. Hatta Türk tarihinin kökenleri konusunda araştırmalar yapması için Amerika’ya gönderdiği Tahsin Mayatepek’ten Amerika’daki eski uygarlıkların dini inançları ile ilgili bilgiler toplanmasını istemişti. Atatürk, Maya ve Aztek uygarlıkları başta olmak üzere; Amerika’nın eski uygarlıklarına ait arkeolojik kalıntılarda İslam dininin temel ibadetlerinden olan namazla ilgili bazı bulguların olabileceğini düşünüyordu. Atatürk’ün bu düşüncesinde haklı olduğu çok geçmeden anlaşıldı. Yapılan incelemeler sonucunda gerçekten de Amerika’nın eski uygarlıkların ait arkeolojik kalıntılar arasında namaza benzer bir tür ibadet şekline rastlanmıştı. Bu konudaki tüm veriler toplanarak, bir dosya halinde Atatürk’e sunuldu.10


Kur’an Atatürk’ün özel eşyaları arasında çok önemli bir yer tutuyordu. Atatürk’ün üzerinde, göğsünün üzerinde cebinde küçük bir Kur’an-ı Kerim (halkımızın Enam dediği türden) taşıdığını biliyoruz. Daha sonra Manevi Kızı Rukiye Erkin’e hediye tetiği bu Kur’an-ı Kerim; 1980 yılında Rukiye Erkin tarafından Anıtkabir Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi’ne bağışlanmıştır. Halen bu müzenin Atatürk’ün özel eşyalarının sergilediği ilk bölümünde Atatürk’ün saatlerinin sergilendiği vitrin içindedir.


“...Güneş doğarken çok müstesna bir hadise oldu. Muayede Salonu’nun büyük kapılarınının parmaklıklarından doğan güneş ve deniz içeriye vuruyordu. Bu çerçevenin içinde Gazi’nin manevi kızlarında Nebile Hanım, Gazi’nin işaretiyle sandalyenin üstüne çıktı. Sabah ezanı okumaya başladı. Bir aralık baktım Nebile Hanım’ın ses damlalarına yaş damlaları karışıyordu. Gazi Mustafa Kemal ağlıyordu!
Bu olay, Atatürk’ün inanç dünyası hakkında ilginç ipuçları vermesi yanı sıra, O’nun İslâm geleneğinin aksine (fakat Hz. Muhammet dönemindeki kadınların konumunu uygun olarak), bir kadına ezan okutması, bu konuda cinsiyet ayrımı yapmaması, Atatürk’ün alışılmışın dışında bir din yorumuna sahip olduğunun tipik işaretlerinden biri olarak değerlendirilebilir.11


...Ramazanların Atam için çok büyük bir önemi vardı. Ramazan gelir gelmez, ince saz heyeti Çankaya Köşkü’ne giremezdi. Kandil Geceleri de saz çaldırmazdı. Sadece beni huzurlarına çağırır. Kur’an-ı Kerim’den bazı Sureler okuturdu. Ben okurken gözleri bir notaya takılır; derin bir huşu içinde dinlerdi. Ruhunun çok mütelezziz olduğu halinden anlaşılırdı.12


Atatürk’ün önemli kararları alacağı zaman, cephedeyken ve İslâm dini için kutsal olan günlerde ağzına tek damla içki koymadığı bilinmektedir.13


Birinci Dünya Savaşı'nda Atatürk'ün Kurmay Başkanlığını yapan Orgeneral İzzettin Çalışlar'ın günlüğünde iki buçuk yıl içinde Atatürk'ün içki içtiği gün sayısının çok az olduğu görülmektedir.14


Atatürk’ün 12 yıl boyunca Dışişleri Bakanlığını yapan Tevfik Rüştü Aras, “ciddi işler konuşulduğu zaman Atatürk’ün yanında kahveden başka bir şey içilmezdi. Hele alkol asla bulundurmazdı“15


Atatürk, gündüz içmenin de aleyhindedi. Yanında bulunduğum uzun yıllar zarfında yalnız iki defa gündüz birkaç kadeh konyak veya rakı içtiğini gördüm. Maiyetinde çalışanların, vazifeli oldukları saatlerde içki kullanmalarını da hoş görmez, yasaklardı.


Atatürk’ü içki kullandığı için “dinsiz“ ilan eden inanç sömürücülerine, İslami hassasiyetlerinin çok yüksek olduğu bilinen Osmanlı padişahı Abdülhamit’e doktorların yasak edip sadece viskiyle yetinmesine izin verdiklerini hatırlatalım.16


Atatürk’ün ölmeden önce yanına dönüp Aleykümselam dediğini birçoğumuz biliriz.
Nahl Suresi 32. Ayet şu şekildedir:
(Onlar, takva sahipleri), meleklerin, “Selam sizin üzerinize olsun (selâmünaleyküm). Yapmış olduğunuz (iyi) işlere karşılık cennete girin“ diyerek iyilikle canlarını aldıkları kimselerdir.


“Tahnit, na’şın uzun süre bozulmadan bekletilmesini sağlamak amacıyla yapılan bir ilaçlama işidir.“


Atatürk’ün na’şı İslami usullere göre yıkandıktan ve kefenlendikten sonra içeriği yukarıda verilen eriyiğin damar yoluyla dokulara bulaşması sağlanmış.


Atatürk'e göre Kur'an'ın gönderiliş amacı insanlara bilgi vermek ve onların davranışlarını yönlendirmektir. Türkler dini bilgilerini Kur'an'dan öğrenmek yerine çevrelerindeki birtakım insanlardan öğrenmeyi tercih etmektedirler. Başkalarının anlattıklarına bakarak davranış geliştirmektedirler. Kur’an’ın gönderilişinin en önemli amacı olan bilgi edinme ve davranış geliştirme boyutunu ihmal etmektedirler. Türkler Kur’an’ı düşünmek ve öğrenmek için değil, onunla duygulanmak için okumaktadırlar. Oyna Kur’an’ın muhtevası, ilahi mesajlardan oluşmaktadır.17


İslam düşünürleri, Arapça bilmeyenlerin anlayabilmeleri için Kur’an’ın Arapça dışındaki dillere tercüme edilebileceği konusunda görüş birliğine varmışlardır. Kur’an’ı anlamak, manasına nüfuz edebilmek için çevirisinin yapılması uygun görülmüştür. Tercüme olmadan Kur’an’ı anlama imkanı bulunmayan kimseler için Kur’an meali hazırlamanın yararlı olacağı düşünülmüştür.18


Osmanlı Devleti’nde Türk halkının dini ilimler alanında uzman olmayan avam tabakası, Kur’an’ı sevap kazanmak düşüncesiyle bir şey anlamadan Arapça olarak okurdu. Kur’an’ın Türkçe anlamını okuyup, onun inceliklerine inmeye çalışıp, onu bir yol gösterici yapmanın da sevap olduğu bilinci yaygın değildi. Sevam ancak onun Arapça orijinal metini okumakla kazanılır kanaati hakimdi.19


TBMM’nin kararından sonra Diyanet İşleri Reisliği Türkçe Kur’an-ı Kerim Tercümesi (meâl) işini Mehmet Akif’e Türkçe Kur’an-ı Kerim Tefsir işini Elmalılı Hamdi Yazır’a ve Zebîdî tarafından hazırlanmış bulunan Buhari’nin muhtasar hadis külliyatı Tecrîd-i Sarih’in Türkçeye çevrilmesi işini de Babanzade Ahmet Naim’e görev olarak verildi.


Atatürk Kur’an’ı Türkçe’ye tercüme ettirerek, yüzyıllardır ihmal edilmiş bir Kur’an hükmünü, “Biz onu anlaşılsın diye... indirdik“ uygulamıştır. Üstelik O, bu konunun ne kadar önemli olduğunu bilerek Kur’an tefsir ve tercüme görevini Elmalılı Hamdi’ye vermiştir. Ve Elmalılı’nın yaptığı Kur’an tefsiri bugün bile aşılamamış, neredeyse mükemmel bir tefsirdir(Dokuz ciltlik o aşılamamış Elmalılı tefsiri).


Atatürk’ün hazırlattığı bir Türkçe hutbe kitabı vardır. Hazırlanan bu hutbe metinleri 1927 yılında Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi’nin önsözü ile “Türkçe Hutbeler“ ismiyle yayımlandı.

Cemaatle kılınan namazların yalnız kılınan namazlar üzerine olan erdemi ve üstünlüğü, haftada bir defa cemaatle cuma namazının farz olması, Müslümanlığın yalnız ferdi değil, aynı zamanda sosyal bir din olduğunu da gösterir.
Namaz, zikrullahı kapsadığı gibi hutbe de zikrullahı içerir. Bu yönüyle ikisine de “zikir“ denmiştir. Bundan dolayı cuma namazı nasıl farz ise cuma hutbesi de öylece farzdır. Farz olan hutbe okunmadıkça namaz düzgün değildir.

Hutbenin tamamen Arapça okunması, hutbelerdeki öğütlerden yararlanmak isteyen ama Arapça bilmeyen Müslümanların bu bir dindara yakışır emelinin gerçekleşmesine imkan vermemektedir.


Atatürk, İslâm’ın temel kaynaklarını Türkçe’ye çevirtmekle kalmamış, bunları bastırarak geniş halk kitlelerine ulaştırılmasını da sağlamıştır. O, Türkiye’de bir bakıma dinsel aydınlanma başlatmıştır. İslam’ın temel kaynakları üzerinde yaptıdığı çalışmalarla Türk-İslam dünyasında uzun zamandır ihmal edilmiş bir konu üzerine eğilme ihtiyacı duymuştur. Çok sayıda dini kitap bastırarak, halkın kulaktan dolma, yanlış ve eksik İslâmî bilgilerini, kitabî bilgilerle düzeltip din konusuna daha bilinçli yaklaşılmasına çalışmıştır. 1924 yılından 1950 yılına kadar, 352.000 takım dini kitap bastırılmış ve bunlar Atatürk döneminden başlayarak yurdun en ücra köşesine kadar dağıtılmıştı.
Bu kitapların dağılımı şöyledir:

1. 45.000 adet Kur’an-ı Kerim tercüme ve tefsiri (19’ar cilt).
2. 60.000 adet Buhari Hadisleri tercüme ve izahı (12’şer cilt).
3. 247.000 adet din kültürü eserleri.
Bütün bu rakamlar, Atatürk döneminde Türkiye Cumhuriyeti’nin dine karşı kayıtsız kaldığını, “negatif“ yaklaşımlar sergilediğini ileri sürenlere anlamlı bir cevap niteliğindedir.20


Atatürk, Erzurum Kongresi’nden ölümüne kadar hep yanında ve hizmetinde olan Mihallıççıklı Emir Çavuşu Ali Mehmetin aracılığıyla 5 bin lira gönderip Yunanların işgal sırasında yakıp yıktıkları ve imkanları olmadığı için Mihallıççıklıların yaptıramadığı kasabanın tek camisini yeniden yaptırmıştır.

Atatürk tüm masraflarını bizzat karşılayarak yaptırdığı bu cami, bugün Mihallıççık’tadır ve “Aşağı Camii“ veya “Mihalıççık Atatürk Camii“ diye adlandırılmaktadır.

1919’da başlanıp 1926’da tamamlanan Paris Camii’ne yardım yapanlar arasında Atatürk de vardır.

Kaynakça

1 S. Meydan, Atatürk,Modernizm, Din ve Allah, Bir Ömrün Öteki Hikâyesi, 3. Baskı, İstanbul, 2004, s. 40.
2 Sadi Borak, Atatürk ve Din, İstanbul, 2002, s.96.
3 Atatürk'ün Kitaplığı, Cumhurbaşkanlığı, 20.
4 Ş Turan, Atatürk'ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar, Düşünürler, Kitaplar, 3. Baskı, Ankara, 1999, s. 3.
5 S. Meydan, Yalanlara, Çarpıtmalara, İftiralara Panzehir, Gerçeğe Çağrı s. 80
6  Kılıç Ali, Atatürk'ün Hususiyetle, İstanbul, 1998, s. 137 S. Meydan, Atatürk, Modernizm, Din ve Allah, Bir Ömrün Öteki Hikayesi, s. 503.
7 S. Meydan, Atatürk, Modernizm, Din ve Allah, Bir Ömrün Öteki Hikayesi, s. 469
8 A. Altıner, Her Yönüyle Atatürk, 2. Baskı, Bakış Yayınevi, Ankara, 1962, s. 439. S. Meydan, Atatürk, Modernizm, Din ve Allah, Bir Ömrün Öteki Hikayesi, s. 475.
9 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: I., Ankara, 1927, s. 287-298
10 S. Meydan, Atatürk, Modernizm, Din ve Allah, Bir Ömrün Öteki Hikayesi, s. 492-493
11 K. Arıburnu, Atatürk'ten Anılar, Ankara, 1976, s. 110. S. Meydan, Atatürk, Modernizm, Din ve Allah, Bir Ömrün Öteki Hikayesi, s. 474-475
12 S. Meydan, Atatürk, Modernizm, Din ve Allah, Bir Ömrün Öteki Hikayesi, s. 482-483.
13 H. E. Adıvar, Türk'ün Ateşle İmtihanı, Çan Yayınları, İstanbul, 1962, s. 147.
14 İ. Görgülü, Atatürk'le İki Buçuk Yıl, Orgeneral İzzettin Çalışlar'ın Anıları, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1993.
15 yakınlarından Hatıralar, Derleme, İstanbul, 1955, s. 32.
16 Atatürk ve alkol konusunda şu eserlere bakınız: İ. Görgülü, Atatürk'ün Özel Yaşamı, Uydurmalar-Saldırılar-Yanıtlar, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 2003. S. Meydan, Atatürk, Modernizm, Din ve Allah, Bir Ömrün Öteki Hikayesi, s. 495-499.
17 A. Kasapoğlu, Atatürk'ün Kur'an Kültürü, s. 118.
18 S. Akdemir, Cumhuriyet Dönemi Kur'an Tercümeleri Akid Yayıncılık, Ankara 1989, s. 33, A. Kasapoğlu, Atatürk'ün Kur'an Kültürü, s. 120-121.
19 A. Kasapoğlu Atatürk'ün Kur'an Kültürü, s. 121.
20 A. Güler, Sarı Paşa İnsan Atatürk, s. 248-252.









8 Mayıs 2019 Çarşamba

Stefan Zweig - Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu



Stefan Zweig
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu



Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Almanca aslından çeviren: Ahmet Cemal

Kitap Hakkındaki Düşüncelerim

Bu akşam, aşkın onulmaz gerçekliği içine düşmüş her okuyucumun kirpikleri birbirine çarpana kadar, bir ah çekişin iç titrettiği kadar kısa sürede okuyacağı aşk konulu bir kitabı sunacağım.

Hayatta her eksiğin tamamlanabileceğini söyleyenler olacaktır size, inanmayın. Para, başarı, saygı ve daha nicesinin yeri tekrar tekrar doldurulabilir. Babamın da dediği gibi: "Yerine koyulabilecek her bir şey için üzülmek yersizdir." Ancak konu oldu ya, vardı, aşk denilen semasız dehlize; işte o yolda sıkışıp yıldızların parıltısına ulaşamamanın umarsızlığına düşmek işten bile değildir. Eksikliği tamamlanamaz, çünkü zaten aşka düşmüşseniz bir daha hiç eksikliğini yaşayamazsınız.

Eserin içindekilerden küçük bir kısmını yaşamışlar için, aşkta mutluluk, iç içe geçmiş matruşkalar gibidir; biriktirdiğiniz her anının içini doldurduğu, bir sonrakine duraksız geçtiğiniz bebeklerin en küçüğünün kırık olup kendinden önce gelenlerin her birini kifayetsiz bıraktığı...


Aşk... Ah! Tek hecede ne kolay çıkıyor dişlerinizin arasından değil mi? Titretmeden dişlerinizi... Ne de basit bir telaffuz, manasında binlerce taarruz barındıran...

Ulaşamamaktır aşk, varamamaktır vuslata, yoksa adı aşk olur muydu, sorarım sizlere?

İşte bu eserde aşkı okuyacaksınız. Aşkın ne büyük takıntı -ki tüm takıntıların en güzeli- olduğunu okuyacaksınız; bir kadının, böylesi istediğinde neleri göze alabileceğini... Aşksızın, aşka rastladığında neden bacaklarını ardında bırakırcasına koşması gerektiğini anlayacaksınız. Kaçmalısınız, çünkü bir zamanlar kalemimden dökülmüş olduğu gibi: "Bir kasabada, bir metropolde, kim bilir belki de yıllarca yüzdüğün bir denizin kıyısında karşına çıkacak ve her yerde yanında taşıyacaksın."
 Gerçek aşk, her omzun kaldırabileceği yük değildir. Çıldırabilirsiniz! Evet, çıldırabilirsiniz; tıpkı aşkından delirmiş mahallenizin delisi gibi. 

Stefan Zweig'in, bir kadının psikolojisini/aşkını 55 sayfaya bir mektup tarzında nasıl sığdırdığını, bir aşkın sarsıntılarını kendi kalemine nasıl da özümletip suratımıza cümle cümle fışkırttığını fark edeceksiniz.

Üzüntüsüz okumalar dilerim, saygılarımla,
Ayberk Öğredik



Altını Çizdiğim Satırlar


Ölmüş olan biri artık hiçbir şey istemez, sevilmeyi de, kendisine acınmasını da, teselli edilmeyi de istemez.

O andan başlayarak seni sevdim. Biliyorum, kadınlar bu kelimeyi sana, senin gibi hep şımartılan bir erkeğe çok sık söylemişlerdir. Fakat inan bana, seni kimse o kız kadar, yani benim kadar, olduğum ve senin için hep öyle kalan ben kadar köle gibi ve bir köpeğin sadakatiyle kendini adayarak sevmedi, çünkü yeryüzünde hiçbir şey kuytuluklardaki bir çocuğun fark edilmeyen sevgisiyle karşılaştırılamaz; çünkü bu sevgi, yetişkin bir kadının tutkulu ve bilinçaltında hep talep eden aşkının hiçbir zaman olamayacağı kadar umarsız, kendini karşısındakine hizmet etmeye adayan, boyun eğen, hep pusuda yatan ve tutkuyla yoğrulmuş bir sevgidir. 

Sadece yalnızlık çeken çocuklar tutkularını bütünüyle, dağılmaksızın koruyabilirler, ötekiler, duygularını başkalarıyla beraberlik atmosferlerinde gevezeliklerle harcarlar, yakınlıklarla köreltirler, aşk hakkında çok şey okumuşlardır, duymuşlardır ve aşkın ortak bir kader olduğunu bilirler. Onunla bir oyuncakmışçasına oynarlar, tıpkı ilk sigaralarını içen çocukları gibi onunla böbürlenirler.

Çünkü sen benim için her şeydin, bütün hayatımdın. Benim için her şey, ancak seninle ilintili olduğu ölçüde vardı, hayatımdakilerin hepsi ancak seninle bağlantılı olduğu ölçüde anlamlıydı. Bütün hayatımı değiştirmiştin. O güne kadar okulda kayıtsız ve sıradan bir öğrenci iken, ansızın birinci oldum, gecenin geç saatlerine kadar pek çok kitap okuyordum, zira senin kitapları sevdiğini biliyordum, senin müziği sevdiğine inandığım için birdenbire, neredeyse inatçı bir ısrarla ve annemi hayretler içerisinde bırakarak piyano çalışmaya başladım.

Bir tel gibi gergindim ve varlığının ona her dokunuşuyla tınlıyordum. Hep senin etrafındaydım, hep gergin ve hareketliydim; ama sen beni ancak cebinde taşıdığın ve karanlıkta sabırla senin saatlerini sayıp ölçen, yollarında sana duyulmayan nabız atışlarıyla eşlik eden ve senin acele bakışlarının saniyelerin tik taklarının ancak milyonda birinde yöneldiği saatin yayının gerginliğini hissettiğin kadar hissedebiliyordun.

Biliyorum, bütün bunlar, sana burada anlattıklarımın hepsi itici aşırılıklarından ve çocukça çılgınlıklardan ibaret. Aslında onlardan utanmam gerekirdi, fakat utanmadım, çünkü sana olan aşkım hiçbir zaman o çocukça taşkınlıklar sırasındaki kadar tertemiz ve tutkulu olmadı.

Belki tanıdıklar da gelecek ve çelenkler getirecekler ama bir tabutun üstündeki çiçeklerin ne anlamı olabilir ki?

Bir kızın, bir kadının yüzü bir erkek açısından herhalde alışılmadık ölçüde değişkendir, çünkü böyle bir yüz, çoğunlukla bazen bir tutkunun, bazen bir çocuksuluğun, bazen bir yorgunluğun sadece aynasıdır ve aynadan yansıyan bir görüntü kadar çabuk akıp gider, yani bir erkek açısından bir kadının çehrede yarattığı değişiklikler ışık ve gölge oyunu gibidir, giysiler ise her defasında çehreleri farklı çerçeveler için gösterir.

Çünkü sana hiçbir biçimde karşı koymadım, utangaçlıktan kaynaklanabilecek her türlü çekingenliği bastırdım ve bunu da sana olan aşkımın, eğer bilseydin, hiç kuşkusuz seni ürkütecek olan sırrını öğrenemeyesin diye yaptım -çünkü sen, yalnızca kolay, oyun gibi ve ağırlıktan yoksun olanı seversin, bir kadere müdahale etmekten korkarsın. Kendini israf etmektir senin istediğin, herkese, dünyaya ve herhangi bir kurban istemezsin.

Karanlıkta gözlerimi açtığımda ve seni yanımda hissettiğimde, yıldızların üzerimde olmadığına hayret ettim, gökyüzü öylesine yakınımdaydı...

İnsan, ölümün gölgesi üzerine düşmüşse eğer, artık yalan söylemez.

"Orada burada birkaç yabancı eşya duruyordu, fakat hepsi de beni aşina bir ifadeyle selamlıyorlardı."


Stefan Zweig - İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar

Stefan Zweig
İnsanlık Yıldızının Parladığı Anlar


Can Sanat Yayınları
Almanca aslından çeviren: Kasım Eğit

Kitap Hakkındaki Düşüncelerim


Stefan Zweig'in yalnızca ruhsal/kadınsal çözümlemelerin değil, gelmiş geçmiş en iyi biyografi yazarlarından birisi olduğunu bu eser sayesinde fark ettim. Eser, 14 bölümden oluşuyor. Zaten kitabın tanımlaması "on dört tarihsel minyatür" olarak veriliyor ki Stefan Zweig'in kaleminden bilgiselleri sıkılmadan okurken on dört değil, yüz on dört tane tarihsel minyatür okurum diyebilirim.
Bölümler:



1 - Ölmezliğe Sığınış: Büyük Okyanus'un Keşfi
2 - Bizans'ın Fethi
3 - Haendel: Yeniden Hayata Geliş
4 - Bir Gecelik Dahi: Marseillaise
5 - Dünya Çapındaki Saniye: Napolyon Waterloo'da
6 - Goethe: Marienbad Ağıdı
7 - Eldorado'nun Keşfi
8 - Dostoyevski: Bir Kahramanlık Anı
9 - Okyanus Aşan İlk Söz
10 - Tolstoy: Tanrıya Sığınış
11 - Scott: Güney Kutbu için Mücadele
12 - Lenin: Mühürlü Tren
 
13 - Cicero
14 - Wilson’ın Başarısızlığı
Eseri okuyacak olduğunuzu varsayarsak, neler okuyacağınızı -sırasıyla- bir gözden geçirelim:


  • Çatlak Kristof Kolomb'un Amerika'yı taşı toprağı altın diyerek milleti nasıl kandırdığının öyküsü.
  • Yazar, İstanbul'un ablukası sırasında "Kerkaporta kapısının" açık unutulması sonucu fethedilmesini -ki uzun süre boyunca abluka altında kalmış ve surları dövülmekten onarılması güç hale gelmiş İstanbul'un ancak bu şekilde fethedildiğinin anlaşılmaması, yalnızca fetih süresinin taksir edildiğinin bilinmesi gerekir-  muazzam akıcı bir dilde anlatılırken Sultan Mehmet'in, Bizans'ın işgalinden sonra şehir içindeki kilise, evler, -yazar şaşkınlıkla anlatır- kadın ile çocukların da askerlere ganimet olarak sunulmasını anlatır. Evet dostlarım, her tarihsel olay bizim ortaokul-lise kitaplarımızda yazdığı gibi olmadığını bu bölümde fark edebilirsiniz. :)
  • Haendel'in tam bitti dediği yerde hayatının, tekrar üretmek aşkıyla yeniden başladığının anlatıldığı kısım.
  • Fransa'da bir askerin bestelediği marşın nasıl kitleleri harekete geçirdiğini ve insanın(bestekarın) kendi icraatına aslında sonradan nasıl karşıt olabileceğinin anlatıldığı kısım.
  • Bir saniyenin dahi dünya tarihinde nasıl değişimlere yol açabileceğinin anlatıldığı, Napolyon'a olan kulak aşinalığınızla birlikte kendisini tek seferde okutturabilecek kısım.
  • Goethe'nin seksen yaşındayken yirmi yaşındaki bir kıza aşık olduğunun anlatıldığı kısım,
  • Taşı-toprağı altın diye vadedilen Eldorado'nun keşfi anlatılıyor.
  • Şiirsi, epik yapısıyla hoş olan bir kısım.
  • Avrupa ile Amerika kıt'aları arasında yalnızca telgraflaşabilme için döşenen yüzlerce kilometrelik kablonun okurken güldüren, günümüzle kıyaslama yaptıran kısım,
  • İşte benim defalarca okuduğum, okumalara doyamadığım favori bölümüm; Leo Tolstoy'un ölümü nedeniyle bitiremediği oyununu Stefan Zweig'in tamamlamış. Ayrıca sonuna eklenip sahnelenirse diye de not geçmiş. Bir tiyatro oyuncusu olsaydım, kesinlikle bu bölümü oynamak için can atardım. Zweig, her bölümde sular seller gibi bilgi verirken bu bölümde uzun bir soluk alıp kalemiyle muhteşem bir koreografi sunuyor.
  • Hala günümüzde hiçbir ülkenin toprak edinmesine izin verilmeyen Antarktika'nın Güney kutbu için ülkelerin ve şahısların adını tarihe yazdırmak için vermiş Rolduğu mücadelenin anlatılıyor
  • Demir iradeli bir ideolog olan Lenin'in on dört yıl ayrı kaldığı Rus topraklarını devrime uğratma çabasını anlatır.
  • Kitabın sen de mi Brütüs, kısmı. Gerçekten öyle. İçerisinde bir çok faydalı kitap ismi ve yazar ismi var; üstelik çok eski çağlarda geçmiş olmasına rağmen hala önemini koruyan eserlerden söz ediyorum.
  • Wilson İlkeleri'ne hepimiz aşinayızdır, diye düşünüyorum. Wilson'ın toprak paylaşımı yapan ülkelerin arasına atlayıp artık daha çok kan dökülmesin, bu savaş bitsin naralarını attığı kısım.

Altını Çizdiğim Satırlar


Tarih, bir şair, bir dram yazarı olarak işlevini gerçek anlamda yerine getiriyorsa hiçbir şair onu aşmayı denememeli.

İlahların insanoğluna iz bırakan işler başarma şansını bir defadan fazla verdikleri pek görülmemiştir.

Kuşatma altındaki Bizanslıların bu büyük sevinci, gece boyunca sürer. Gece, insan düşüncesini nasıl süsler ve umutları tatlı düş zehriyle doldurursa, kuşatılmışlar da bütün gece boyunca aynı duygu hali içinde oldular; kurtulduklarını, artık güvencede olduklarını sandılar.

Sultan Mehmed'in üstün dehası ve askeri yeteneği bir kere daha tarihteki yerini alır. Hiç kimse onun planının farkında olmamıştır. Bu dahi sultan, bir keresinde kendi kendine şöyle demiştir: "Eğer sakalımın bir teli bile aklımdan geçenleri öğrenmiş olsaydı, onu hemen yolardım.

Daha sonra yerden bir avuç dolusu toprak alır ve başının üzerine serperek kendisinin de ölümlü olduğunu, kazanılan utkuyla böbürlenmemesi gerektiğini anımsamak ister.

Bir tek saatin kaybettirdiği şeyi, bin yıl geri getiremez.

Thus saith the Lord. And he shall pruify. That they may offer unto the Lord
Tanrı böyle buyurdu. Ve O, seni arındıracak. Tanrı'ya kurban adasınlar.

"Tanrı'ya biraz daha yakın olmak ve kulluk etmeye hazır olduklarını ona kanıtlamak için ayağa kalktılar"

Bir sanatsal yapıt zaman içerisinde unutulabilir, yasaklanabilir ve hatta bütünüyle yok edilebilir. Ancak yaratılmasında var olan cevher, ölümsüz kalmasını sağlamayı her zaman bilmiştir.

"Kollarındaki güçlerini iyice yitirmiş, soluk soluğa kalmış iki güreşçi gibi birbirlerine son bir kez daha saldırmadan önce, biraz dinlenmek için beklerler."

Sauve qui peut!
Herkes başının çaresine baksın!

Gözüpek ve ileri görüşlü bir adamın, yirmi yılda kurduğu ve yiğitlik destanlarıyla dolu o görkemli imparatorluk, sıradan bir adamın yüreksizliği yüzünden parçalanıp gitmiştir.

"...Kral Midas gibi kendi altınları içinde boğulur."

Askerler, iplerini çözüp kazıktan uzaklaştırıyorlar onu.
Yüzü solgun
Ve sönük.
İtiyorlar onu ötekilerin arasına saygısızca.
Bakışları,
Yabancı ve tamamen içine kapanık.
Ve titreyen dudaklarının çevresinde
Karamazovların sarı gülüşü var.

İnsanoğlunu, dünyayla bütünleştirecek olan bu büyük ve tarihsel olaya, telgrafın bulunduğu 1837 yılına, ne yazık ki okul kitaplarımızda çok az yer verilmektedir; çünkü bu kitapları hazırlayanlar, ulusların ve ordu komutanlarının kazandıkları savaş ve utkularını, insanlığın gerçek utkusundan daha üstün tutmaktadırlar.

En çok köpürenler de daha dün en çok şenlik yapanlar ve onu ilahlaştıranlardır.

Ama ben kin yanlısı değilim ve öyle olmak da istemiyorum, hatta halkımıza karşı suç işlemiş ve günaha girmiş olanlar için bile.

İnsan onuruna layık hiçbir düzen zor kullanarak kurulamaz. Silaha başvurur vurmaz, başka bir dikta rejimi kurmuş olursunuz ve böylece yok etmek istediğiniz insanları yüceltirsiniz.

Şuna inanmalısınız ki gerçek kudret, zorbalığa zorbalıkla karşılık vermez.

Bir inanç için acı çekmek, o inanç uğruna adam öldürmekten yüz kere daha iyidir.

İnsanlar sadece bir şeyden yorgun düşerler: kararsızlıktan. Yapılan her iş insanı rahatlatır, hatta en kötüsü bile hiçbir şey yapmamaktan daha iyidir.

Kendi ruhunda yaşamadığın bir inanç uğruna nasıl özveride bulunabilirsin ki!

Sonradan yabancı memlekete gitmiş, dediler. Ama yabancı memlekete sözcüğüyle ne denilmek istendiğini biz biliriz...(faili meçhul)

Büyük Roma İmparatorluğu'nun ilk hümanisti, dönemin en büyük hatibi ve hukuk savunucusu Marcus Tullius Cicero, otuz yıl boyunca imparatorluktan miras kalan yasaları ve cumhuriyeti korumaya çalıştı; söylevleri tarih yıllıklarına, edebi yapıtları Latince yazılmış taş levhalara kazınmıştır. Catilina'nın kişiliğinde anaraşiyle, Verres'in kişiliğinde yolsuzlukla, zafer kazanmış generallerin kişiliğinde de diktatörlükle savaştı. Devlet Üzerine adlı kitabı, dönemin ideal devlet biçiminin ahlaki kanunnamesi olarak kabul edilir. "Hitabet Üzerine" "Res Publica" "Yükümlülükler Üzerine"

"... tereddüt göstermesi ve dikkatli davranma gereği duyması, tüm gücünü elinden alır ve onu hareketsiz kılar."

Ben, hiçbir şey yapmadığım anlarda, hiç olmadığım kadar aktif oldum, yalnız kaldığım anlarda bile hiç yalnızlık çekmedim.

Bir devletteki gerçek uyum ancak bireyin üstlendiği kamu görevinden kişisel çıkar sağlamak yerine kendi çıkarını toplumun çıkarının gerisinde tuttuğu zaman oluşabilir.

Roma bir gecede büyük Caesar'ın yerine geçecek üç küçük Caesar'a sahip olur.

Neque turpis mors forti viro ptest accedere.
Karakteri sağlam insanlar için utanç verici bir ölüm yoktur.

Cicero, silahsız ve karşı koymadan, ihtiyarlamış başını, olağanüstü güzellikteki şu ünlü sözle katillerine sunar: "Non ignoravi me mortalem genuisse," yani "Ölümlü olduğumu hiçbir zaman aklımdan çıkarmadım."

Interest oes not bind men together, interest separates men.
Çıkarlar insanları birleştirmez, çıkarlar insanları birbirinden ayırır.



Kitaptaki Bilmediğim Kelimeler


Bu kısmı, olur da zaman bulursam yakın zamanda ekleyeceğim.
























0