Hikâyem
Paramparça
Yazar: Emrah Serbes
Yayıncı: İletişim Yayıncılık
Yayıncı: İletişim Yayıncılık
Kitap
Hakkındaki Düşüncelerim
Öncelikle okunması gereken kitaplar kitaplığınızda
bulunması gereken bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Yazar, bloğunda veya
dergide yayınladığı yazılarını toparlayarak bir kitap oluşturmuş, bence iyi de
yapmış.
Bazen bir aşk hüznünün, bazen bir dost kırgınlığının,
bazen tanıdık gelen ortam ve kişilerin ortasında buluyorsunuz kendinizi. Zaten
kendimizi bir şeylerin ortasında bulmaya o kadar alışmışız ki başı ve sonu
olmayan bir süreçte tutsak gibi hissediyoruz. Tuttuğunu defalarca kez bırakmış,
durduğu yerden başka yerlere gitmekten sıkılmamış, elinde kalan yegâne varlık
bazen dört duvar arasında veyahut bazen yakamoz karşısında sanıyorum ki
yudumladığı birası olmalı. Bazen o soğuk yudumla irkilip bazen ise üst üste
okuduğunuz cümleler bünyenizde sanki üst üste aldığınız yudumların sarhoşluk
etkisini yaşatacak. Çünkü kitap kafası kıyak bir adamın Dünya’yı gözlemlerken
yapmış olduğu tespitlerle dolu.
Başarılı, hatta gayet başarılı buldum. Emrah Serbes’in
diğer kitaplarını iple çekiyorum.
Keyifli okumalar. J
Altını Çizdiğim Satırlar
Bir gün öyle bir dil gelişecek ki tek laf etmeye gerek
kalmayacak.
Gerçek yaşama sevincini görmek istiyorsanız mezarlıklara
gidin, orada gezinen, ziyarete gelmiş insanların yüzlerine bakın.
Konuşulmaması gereken yerler vardır. Çocuklara ve
ihtiyarlara anlatamazsın bunu. Hepsi doğal anarşist.
Hepimiz yanlış hatıralara sahibiz. Öyle yaşanmadı ki
onlar.
Hatıralarını yazan ihtiyarları düşünün, kitabı
bitirdikleri zaman öleceklerini bilirler, o yüzden bitirmezler bir türlü,
yaşamak için sallamayı sürdürmeleri gerekir.
Karanlıkta nüfus sayımı şöyle yapılır: Yaşayanlar bir
sigara yakar.
Düşleri gerçek sanmaya başlarsan onlarda kusur da bulmaya
başlarsın.
Şimdi dilediğim sayfadan başlayabileceğim bir kitap öner
bana. Başsız, sonsuz ve ortasız bir hikaye öner. Bir üstat öner bana, dergi
kurmuş olmasın. Ne çok utandık mazideki yaralardan ve her adımda ele geçirilme
korkusundan. İsmet Özel mi, Metin Altıok mu, yoksa hiç mi ortak arkadaşımız
kalmadı?
Matkapla göğsünün ortasına açılmış bir pencere düşün.
Perdeyi aralayıp kendi yarandan bakıyorsun dünyaya. Eskisi gibi acımıyor ve de
asıl bu acıtıyor.
Birleşince kısa devre yapan parmak uçlarımız öldü önce.
Sonra yeşil öldü benim için, sonra kahverengi. Sonra ilk öpüştüğümüz yeri
kalbinden bıçakladılar. On iki yıl geçti, susmak ne kısaymış. Sen, “böyle ne
güzel sonsuza kadar susalım,” diyorsun. Sonsuzluk bir gün herkesle konuşur
sevgilim, bunu da biliyorsun.
Bir öğretmen arkadaşım var, okullarını depreme dayanıklı
hale getirmek için yıkıp yeniden yapacaklarmış. Öğrenciler müdürün kapısına
dayanmış, “Biz yıkalım hocam” diye. İşte okul sevgisi… Okul böyle bir yer,
orada öğrenilen her şeyi nefret ederek öğrendik. Milli eğitim bakanı olsam,
bütün iyi yazarları müfredattan çıkarırdım. Edebiyat hocası kazma olduktan
sonra ders kitabına Sait Faik koymanın anlamı yok. İyi yazar veli yarısıdır
zaten. Bir hadise olmadıktan sonra okula gelmesine gerek yoktur.
Aslında tek kişi sayılmaz mı karanlıkta iki kişi?
Şunu çok sık duydum. “Falanca yazarı çok seviyordum ama
son yaptıklarından sonra onu bir daha okumayı düşünmüyorum.” Demek ki
Dostoyevski’nin zamanında yaşasaydın, kumarbaz diye onu da okumayacaktın.
Yazarların özel hayatını unutmak lazım. Yazarların yaptıklarını* fazla ciddiye
almamak lazım. Edebiyat tarihi şahane şeyler yazmış berbat adamlarla dolu.
Ölüm döşeğinde bir ihtiyar tanımıştım. “İnsanlara
gerçekten bakmak istiyorsan oğlum, onların sana bakamayacağı bir yere git,”
demişti.
Hatıralardan konuşmak lazım. Rüyalardan daha karanlık
hatıralar var.
Kar taneleri birbirine benzemez. Sözcükler de benzemez.
Ama bir cümle, başka bir cümleyi hatırlatır her zaman.
Yanlış yolda yürümek, doğru yolda beklemekten iyidir
oğlum.
Bir sürü doğru söyledik ama hiç burnumuz kısalmadı.
İnsan zamanı durdurmak istediği yere aittir.
Herkes mutlu olacak diye bir kural yok, biz de mutsuz
olalım.
Ölümle hep başkasının başına gelen bir şey olarak
karşılaşıyoruz. Bir ara bölge olsa, buna uygun bir yaşam formu, dünyayı daha
iyi anlayacağız.
“Seni başka türlü ummuştum,” diyorsun. “Nasıl?” Belki de
ben hariç herhangi biri gibi… Bu da benim hatam.
Raskolnikov kendine fısıldıyor, “Tanrı yoksa her şey
mubahtır. Hiçbir şeyden sorumlu değilim. Ama her şeyden sorumluyum da bu
durumda.
Lizaveta’nın ölümü hukukun konusudur, Dostoyevski ise bize
daha yüksek bir hukuktan bahseder.
Suçun cezasından kaçabilirsin ama vicdanının
azabından kaçamazsın diyen bir hukuktan.
Hayatımızın ilk yıllarını unutmamızın asıl nedeni, o yılların
utanç verici olmasından.
Kulağıma bir sinek kaçmasından ve bu sebeple delirmekten
korktum birkaç yıl. (Hakikaten sayın okurum, sen de korkmadın mı?)
Ortaokulda bir sınıf başkanımız vardı, sadece ön
dişlerini fırçalardı. Arka taraftaki dişler nasılsa fazla gözükmüyor diye. O
zamanlar garip geliyordu bu davranışı ama neden öyle yaptığını şimdi anlıyorum.
Çürümeyi kimsenin yaktığı yok aslında, çürümekten zevk alıyoruz. Yeter ki o
çürükler görünür bir yerde olmasın. Bize bir şey öğretebilecek tek hoca var,
utanç.
Belki de insanlar topluma karışmak için değil, topluma
karşı iki kişilik bir savunma hattı kurmak için evleniyorlardır.
Tanrı zaten affeder, konsepti bu, bağışlayıcı olmak. Ama
en güçsüz olanın konsepti bu değil, onun elinde tek silah var, affetmemek.
“Ölüm haberi almış gibi sessiz ve her şeyi affetmeye
hazır.”
Her kişiliği bir saplantı şekillendirir.
Kederli günlerde bağlanmaya daha açık oluyor insan. Ama
zaten her şey yolunda giderken kim sevebilir? Bizi bir araya getiren sebepler,
ayıran sebeplerle aynı.
Hayatımızı değiştirecek insanlar sessiz sedasız geçtiler
yanımızdan.
Bazen bir hikaye; tutuşmuş iki eldir, kenetlenmiş on
parmaktır.
“Felaketlerden zevk alan bir mizacın mı var?” diye
sormuştum bir seferinde. “Gerçeklere tahammül edebilecek gücüm var,” demişti.
Hiç kimse yalnızken tam anlamıyla sarhoş olamaz, şahit
gerekir sarhoşluk için.
Sessizce söz veriyoruz birbirimize. Sessizce verilen
sözlere kim inanmaz?
Acısını unutmak için kendini işine adamış insan tipi çok
sevilir. Çünkü hepimiz, acısını unutmak için ya da unuttuğu için, kendimizi bir
şeylere adamışız.
Belki de insanın ne anlatacağını bilemediğinde şair
olduğunu anlarsın.
Gözyaşların kurumadan gülmeye başlarsın o zaman. Çünkü
bilirsin ki seni artık kimse kandıramaz kolay kolay. Mutsuz insanları kandırmak
zordur çünkü.
Bir şeyi yanlış anladığımızda, sakladığımız arzularımızın
da ipuçlarını veririz.
Kendimi uzay çöpü gibi hissediyorum.
İnsan iradesi çelikten bir binadır ama bataklık üstüne
inşa edilmiştir, en ufak sallantıda batar.
Ama bazı hatıralar ölümcül oluyor. Sonuçta Truva atı da
bir hatıraydı, hatıra olarak kabul edilip içeri alınmıştı. Ve ben rüyalarımda
ölebilirdim.
Eşitlik fikrine en çok aşıkken inanırız. Çünkü en çok o
zaman ihtiyaç duyarız.
İnsanı delik deşik eden sessizlikler var, geceyi bölen
çığlıklardan daha beter.
“Beni anladığında o kadar şefkatle baktın ki sanki
gözlerinle saçlarımı okşadın.
Bütün gün soğukta gezmiştim, duygularım donsun diye.
Yanıma oturup susmuştu. Öfke olarak sessizlikler
görmüştüm. Anlayış ifadesi olarak sessizlikler… Kabulleniş olarak sessizlikler…
Pişmanlık olarak sessizlikler… Hayranlık olarak sessizlikler… Ama onun
sessizliğini çözememiştim.
Gizlice ağladı, 12 miligram.
“Bazen konuşurken birbirimize dokunuyormuşuz gibi
hissediyorum,” demişti bir ara. “Sanki konuşmuyoruz da sarılıyoruz.”
İlk başta tam olarak hissedemediğimiz kırılma anları var.
Zamanla harap edici duygulara dönüşüyorlar. Yaralanmanın sıcaklığıyla ilk anda
hissedilmeyen kurşunlar gibi.
“Aslında o kadar da önemli biri olmadığımızı anladığımızda
neden üzülüyoruz ki?” diye sormuştu o gece. “Bunun temel bir aydınlanma anı
olması gerekmez mi? Hepimizi önemli insanlar olduğumuza inandırdılar. Sonra da
çekip gittiler.”
Mezunlar derneğine pilav yemeye gidenlerin çoğunun
halinin vaktinin yerinde olması tesadüf olamaz. Ancak şimdiki halinden
memnunsan geçmişi hatırlatacak organizasyonlardan keyif alırsın. Hatta geçmişin
ne kadar boktan olursa aldığın keyif de o kadar artar.
Elinden bir şey gelmemenin acısını iniş takımları olmayan
melekler bilir.
Ateşböcekleri gibi, görünmek için karanlığa muhtaçlar.
Görünmez bir kadın, görünmez bir duvara çarptı ve kimse
bunu görmedi.
Maddi durumun kötüyse kendini sevdirmek zorundasındır.
“Onu elinde tutmak istiyor musun?”
“Bazen.”
“Bazen.”
“O zaman onu sürekli suçla,” dedi. “Bazen suçlama, sürekli suçla. Suçsuzluğunu
kanıtlayamadığı sürece sana kötü davranamaz.”
“Niye öyle yapsın ki?”
“Çünkü biz kadınlar doğuştan suçlu olduğumuza inanırız.”
Yıkılmak için dizilen domino taşları gibiyiz. Biri gelir
sana çarpar, seni yıkar ama onu da başka biri yıkmıştır. Biraz tepeden,
soğukkanlı bir zaviyeden bakınca göze hoş gelen bir görüntü aslında. Kendi
felaketinden bile zevk alabilirsin böylece.
Yüzüne düşmediği halde saçlarını geriye atıp duruyordu.
Çekici görünmek için değil, çok derinlerde bir huzursuzluğun belirtisi
olmalıydı bu.
Bu anı önceden o kadar çok düşünmüştüm ki gerçek olunca
eksik gibi geldi.
Bir siktir git diyenim bile yoktu.
Ben gerçeğin peşindeyim. Pek çok insan gerçeğin peşinde
ama onlardan bir farkım var. Onlar daha iyi yalan söyleyebilmek için gerçeğin
peşindeler, ben sadece gerçeğin peşinde olduğum için gerçeğin peşindeyim.
Şu üstünde tepinip durduğumuz dünyada bir avuç anlayışlı
insan kaldı, her şeye çocukça inanmaya hazır bir avuç dürüst insan, o insanları
da kendimize benzetmenin yollarını arıyoruz.
“Annemin öldüğünü anlatma, onun etkisi altında olduğum
için kendisini sevdiğimi düşünmesin.”
“Karanlıkta uyuyamadığım için gece lambasını açık bıraktığımı anlatma, beni ottan boktan korkan biri zannetmesin.”
“Karanlıkta uyuyamadığım için gece lambasını açık bıraktığımı anlatma, beni ottan boktan korkan biri zannetmesin.”
“İlk defa aşık olduğumu anlatma, beni bu konularda tecrübesiz biri zannetmesin.
Her şeyi ezebilecek tek güç sessizliktir.
Herkes kendini anlatmak zorundadır. Ama çoğu insan doğru
sözcükleri bulamaz. Bulanlarsa o sözcükleri bulduklarını zannederler ama
derinlerde bir yerde hep tereddüt içindedirler, asla emin olamazlar. Çünkü her
zaman sözcüklerden daha fazla bir şey vardır. Bir şarkıyı, sanki yeryüzünde
dinlenecek başka bir şarkı yokmuş gibi, yüz sefer arka arkaya dinlediğin oldu
mu hiç? Anlatamadığın şeyi o şarkıda buluğun içindi o…
…her şeyin çınladığı bir sessizlik…
…ölgün ışıklar…
Kitaptaki Bilmediğim Kelimeler
Bilahare:
Sonra,
sonradan, daha sonra. (Ar.)
Düstur: Genel kural, kaide. (Ar.)
Ekseriyet: Çoğunluk, çokluk. (Ar.)
Gassal: Ölü yıkayıcı (Ar.)
İhtiyat: Tedbir, sakınm
Kalender: Gösterişsiz, sade yaşamaktan yana olan, alçak gönüllü(kimse), ehlidir, rint./Özensiz giyinmiş, kılıksız.
Mendirek: Dalgakıranla yapılmış liman. (Yu.)
Mütareke: Ateşkes, bırakışma. (Ar.)
Nemrut: Yüzü gülmez, acımaz, can yakıcı. (Ar.)
Tafsilat: Ayrıntılar. (Ar.)
Tahayyül: Hayalde canlandırma, sembolleştirme. (Ar.)
Tasavvur: Göz önüne getirme, hayal etme, zihinde bir kişilik kazandırma./Tasarım./Düşünce, amaç, niyet, maksat. (Ar.)
Vahamet: Güçlük, korkulacak tehlikeli durum. (Ar.)
Düstur: Genel kural, kaide. (Ar.)
Ekseriyet: Çoğunluk, çokluk. (Ar.)
Gassal: Ölü yıkayıcı (Ar.)
İhtiyat: Tedbir, sakınm
Kalender: Gösterişsiz, sade yaşamaktan yana olan, alçak gönüllü(kimse), ehlidir, rint./Özensiz giyinmiş, kılıksız.
Mendirek: Dalgakıranla yapılmış liman. (Yu.)
Mütareke: Ateşkes, bırakışma. (Ar.)
Nemrut: Yüzü gülmez, acımaz, can yakıcı. (Ar.)
Tafsilat: Ayrıntılar. (Ar.)
Tahayyül: Hayalde canlandırma, sembolleştirme. (Ar.)
Tasavvur: Göz önüne getirme, hayal etme, zihinde bir kişilik kazandırma./Tasarım./Düşünce, amaç, niyet, maksat. (Ar.)
Vahamet: Güçlük, korkulacak tehlikeli durum. (Ar.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder