Kategoriler

24 Mart 2017 Cuma

Emrah Serbes - Hikayem Paramparça

Hikâyem Paramparça



Yazar: Emrah Serbes
Yayıncı: İletişim Yayıncılık

Kitap Hakkındaki Düşüncelerim


Öncelikle okunması gereken kitaplar kitaplığınızda bulunması gereken bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Yazar, bloğunda veya dergide yayınladığı yazılarını toparlayarak bir kitap oluşturmuş, bence iyi de yapmış.

Bazen bir aşk hüznünün, bazen bir dost kırgınlığının, bazen tanıdık gelen ortam ve kişilerin ortasında buluyorsunuz kendinizi. Zaten kendimizi bir şeylerin ortasında bulmaya o kadar alışmışız ki başı ve sonu olmayan bir süreçte tutsak gibi hissediyoruz. Tuttuğunu defalarca kez bırakmış, durduğu yerden başka yerlere gitmekten sıkılmamış, elinde kalan yegâne varlık bazen dört duvar arasında veyahut bazen yakamoz karşısında sanıyorum ki yudumladığı birası olmalı. Bazen o soğuk yudumla irkilip bazen ise üst üste okuduğunuz cümleler bünyenizde sanki üst üste aldığınız yudumların sarhoşluk etkisini yaşatacak. Çünkü kitap kafası kıyak bir adamın Dünya’yı gözlemlerken yapmış olduğu tespitlerle dolu.

Başarılı, hatta gayet başarılı buldum. Emrah Serbes’in diğer kitaplarını iple çekiyorum.

Keyifli okumalar. J

Altını Çizdiğim Satırlar



Bir gün öyle bir dil gelişecek ki tek laf etmeye gerek kalmayacak.

Gerçek yaşama sevincini görmek istiyorsanız mezarlıklara gidin, orada gezinen, ziyarete gelmiş insanların yüzlerine bakın.

Konuşulmaması gereken yerler vardır. Çocuklara ve ihtiyarlara anlatamazsın bunu. Hepsi doğal anarşist.

Hepimiz yanlış hatıralara sahibiz. Öyle yaşanmadı ki onlar.

Hatıralarını yazan ihtiyarları düşünün, kitabı bitirdikleri zaman öleceklerini bilirler, o yüzden bitirmezler bir türlü, yaşamak için sallamayı sürdürmeleri gerekir.

Karanlıkta nüfus sayımı şöyle yapılır: Yaşayanlar bir sigara yakar.

Düşleri gerçek sanmaya başlarsan onlarda kusur da bulmaya başlarsın.

Şimdi dilediğim sayfadan başlayabileceğim bir kitap öner bana. Başsız, sonsuz ve ortasız bir hikaye öner. Bir üstat öner bana, dergi kurmuş olmasın. Ne çok utandık mazideki yaralardan ve her adımda ele geçirilme korkusundan. İsmet Özel mi, Metin Altıok mu, yoksa hiç mi ortak arkadaşımız kalmadı?

Matkapla göğsünün ortasına açılmış bir pencere düşün. Perdeyi aralayıp kendi yarandan bakıyorsun dünyaya. Eskisi gibi acımıyor ve de asıl bu acıtıyor.

Birleşince kısa devre yapan parmak uçlarımız öldü önce. Sonra yeşil öldü benim için, sonra kahverengi. Sonra ilk öpüştüğümüz yeri kalbinden bıçakladılar. On iki yıl geçti, susmak ne kısaymış. Sen, “böyle ne güzel sonsuza kadar susalım,” diyorsun. Sonsuzluk bir gün herkesle konuşur sevgilim, bunu da biliyorsun.

Bir öğretmen arkadaşım var, okullarını depreme dayanıklı hale getirmek için yıkıp yeniden yapacaklarmış. Öğrenciler müdürün kapısına dayanmış, “Biz yıkalım hocam” diye. İşte okul sevgisi… Okul böyle bir yer, orada öğrenilen her şeyi nefret ederek öğrendik. Milli eğitim bakanı olsam, bütün iyi yazarları müfredattan çıkarırdım. Edebiyat hocası kazma olduktan sonra ders kitabına Sait Faik koymanın anlamı yok. İyi yazar veli yarısıdır zaten. Bir hadise olmadıktan sonra okula gelmesine gerek yoktur.

Aslında tek kişi sayılmaz mı karanlıkta iki kişi?

Şunu çok sık duydum. “Falanca yazarı çok seviyordum ama son yaptıklarından sonra onu bir daha okumayı düşünmüyorum.” Demek ki Dostoyevski’nin zamanında yaşasaydın, kumarbaz diye onu da okumayacaktın. Yazarların özel hayatını unutmak lazım. Yazarların yaptıklarını* fazla ciddiye almamak lazım. Edebiyat tarihi şahane şeyler yazmış berbat adamlarla dolu.

Ölüm döşeğinde bir ihtiyar tanımıştım. “İnsanlara gerçekten bakmak istiyorsan oğlum, onların sana bakamayacağı bir yere git,” demişti.

Hatıralardan konuşmak lazım. Rüyalardan daha karanlık hatıralar var.

Kar taneleri birbirine benzemez. Sözcükler de benzemez. Ama bir cümle, başka bir cümleyi hatırlatır her zaman.

Yanlış yolda yürümek, doğru yolda beklemekten iyidir oğlum.

Bir sürü doğru söyledik ama hiç burnumuz kısalmadı.

İnsan zamanı durdurmak istediği yere aittir.

Herkes mutlu olacak diye bir kural yok, biz de mutsuz olalım.

Ölümle hep başkasının başına gelen bir şey olarak karşılaşıyoruz. Bir ara bölge olsa, buna uygun bir yaşam formu, dünyayı daha iyi anlayacağız.

“Seni başka türlü ummuştum,” diyorsun. “Nasıl?” Belki de ben hariç herhangi biri gibi… Bu da benim hatam.

Raskolnikov kendine fısıldıyor, “Tanrı yoksa her şey mubahtır. Hiçbir şeyden sorumlu değilim. Ama her şeyden sorumluyum da bu durumda.

Lizaveta’nın ölümü hukukun konusudur, Dostoyevski ise bize daha yüksek bir hukuktan bahseder. 
Suçun cezasından kaçabilirsin ama vicdanının azabından kaçamazsın diyen bir hukuktan.

Hayatımızın ilk yıllarını unutmamızın asıl nedeni, o yılların utanç verici olmasından.

Kulağıma bir sinek kaçmasından ve bu sebeple delirmekten korktum birkaç yıl. (Hakikaten sayın okurum, sen de korkmadın mı?)

Ortaokulda bir sınıf başkanımız vardı, sadece ön dişlerini fırçalardı. Arka taraftaki dişler nasılsa fazla gözükmüyor diye. O zamanlar garip geliyordu bu davranışı ama neden öyle yaptığını şimdi anlıyorum. Çürümeyi kimsenin yaktığı yok aslında, çürümekten zevk alıyoruz. Yeter ki o çürükler görünür bir yerde olmasın. Bize bir şey öğretebilecek tek hoca var, utanç.

Belki de insanlar topluma karışmak için değil, topluma karşı iki kişilik bir savunma hattı kurmak için evleniyorlardır.

Tanrı zaten affeder, konsepti bu, bağışlayıcı olmak. Ama en güçsüz olanın konsepti bu değil, onun elinde tek silah var, affetmemek.

“Ölüm haberi almış gibi sessiz ve her şeyi affetmeye hazır.”

Her kişiliği bir saplantı şekillendirir.

Kederli günlerde bağlanmaya daha açık oluyor insan. Ama zaten her şey yolunda giderken kim sevebilir? Bizi bir araya getiren sebepler, ayıran sebeplerle aynı.

Hayatımızı değiştirecek insanlar sessiz sedasız geçtiler yanımızdan.

Bazen bir hikaye; tutuşmuş iki eldir, kenetlenmiş on parmaktır.

“Felaketlerden zevk alan bir mizacın mı var?” diye sormuştum bir seferinde. “Gerçeklere tahammül edebilecek gücüm var,” demişti.

Hiç kimse yalnızken tam anlamıyla sarhoş olamaz, şahit gerekir sarhoşluk için.

Sessizce söz veriyoruz birbirimize. Sessizce verilen sözlere kim inanmaz?

Acısını unutmak için kendini işine adamış insan tipi çok sevilir. Çünkü hepimiz, acısını unutmak için ya da unuttuğu için, kendimizi bir şeylere adamışız.

Belki de insanın ne anlatacağını bilemediğinde şair olduğunu anlarsın.

Gözyaşların kurumadan gülmeye başlarsın o zaman. Çünkü bilirsin ki seni artık kimse kandıramaz kolay kolay. Mutsuz insanları kandırmak zordur çünkü.

Bir şeyi yanlış anladığımızda, sakladığımız arzularımızın da ipuçlarını veririz.

Kendimi uzay çöpü gibi hissediyorum.

İnsan iradesi çelikten bir binadır ama bataklık üstüne inşa edilmiştir, en ufak sallantıda batar.

Ama bazı hatıralar ölümcül oluyor. Sonuçta Truva atı da bir hatıraydı, hatıra olarak kabul edilip içeri alınmıştı. Ve ben rüyalarımda ölebilirdim.

Eşitlik fikrine en çok aşıkken inanırız. Çünkü en çok o zaman ihtiyaç duyarız.

İnsanı delik deşik eden sessizlikler var, geceyi bölen çığlıklardan daha beter.

“Beni anladığında o kadar şefkatle baktın ki sanki gözlerinle saçlarımı okşadın.

Bütün gün soğukta gezmiştim, duygularım donsun diye.
Yanıma oturup susmuştu. Öfke olarak sessizlikler görmüştüm. Anlayış ifadesi olarak sessizlikler… Kabulleniş olarak sessizlikler… Pişmanlık olarak sessizlikler… Hayranlık olarak sessizlikler… Ama onun sessizliğini çözememiştim.

Gizlice ağladı, 12 miligram.

“Bazen konuşurken birbirimize dokunuyormuşuz gibi hissediyorum,” demişti bir ara. “Sanki konuşmuyoruz da sarılıyoruz.”

İlk başta tam olarak hissedemediğimiz kırılma anları var. Zamanla harap edici duygulara dönüşüyorlar. Yaralanmanın sıcaklığıyla ilk anda hissedilmeyen kurşunlar gibi.

“Aslında o kadar da önemli biri olmadığımızı anladığımızda neden üzülüyoruz ki?” diye sormuştu o gece. “Bunun temel bir aydınlanma anı olması gerekmez mi? Hepimizi önemli insanlar olduğumuza inandırdılar. Sonra da çekip gittiler.”

Mezunlar derneğine pilav yemeye gidenlerin çoğunun halinin vaktinin yerinde olması tesadüf olamaz. Ancak şimdiki halinden memnunsan geçmişi hatırlatacak organizasyonlardan keyif alırsın. Hatta geçmişin ne kadar boktan olursa aldığın keyif de o kadar artar.

Elinden bir şey gelmemenin acısını iniş takımları olmayan melekler bilir.

Ateşböcekleri gibi, görünmek için karanlığa muhtaçlar.

Görünmez bir kadın, görünmez bir duvara çarptı ve kimse bunu görmedi.

Maddi durumun kötüyse kendini sevdirmek zorundasındır.

“Onu elinde tutmak istiyor musun?”
“Bazen.”
“O zaman onu sürekli suçla,” dedi. “Bazen suçlama, sürekli suçla. Suçsuzluğunu kanıtlayamadığı sürece sana kötü davranamaz.”
“Niye öyle yapsın ki?”
“Çünkü biz kadınlar doğuştan suçlu olduğumuza inanırız.”

Yıkılmak için dizilen domino taşları gibiyiz. Biri gelir sana çarpar, seni yıkar ama onu da başka biri yıkmıştır. Biraz tepeden, soğukkanlı bir zaviyeden bakınca göze hoş gelen bir görüntü aslında. Kendi felaketinden bile zevk alabilirsin böylece.

Yüzüne düşmediği halde saçlarını geriye atıp duruyordu. Çekici görünmek için değil, çok derinlerde bir huzursuzluğun belirtisi olmalıydı bu.

Bu anı önceden o kadar çok düşünmüştüm ki gerçek olunca eksik gibi geldi.

Bir siktir git diyenim bile yoktu.

Ben gerçeğin peşindeyim. Pek çok insan gerçeğin peşinde ama onlardan bir farkım var. Onlar daha iyi yalan söyleyebilmek için gerçeğin peşindeler, ben sadece gerçeğin peşinde olduğum için gerçeğin peşindeyim.

Şu üstünde tepinip durduğumuz dünyada bir avuç anlayışlı insan kaldı, her şeye çocukça inanmaya hazır bir avuç dürüst insan, o insanları da kendimize benzetmenin yollarını arıyoruz.

“Annemin öldüğünü anlatma, onun etkisi altında olduğum için kendisini sevdiğimi düşünmesin.”
“Karanlıkta uyuyamadığım için gece lambasını açık bıraktığımı anlatma, beni ottan boktan korkan biri zannetmesin.”
“İlk defa aşık olduğumu anlatma, beni bu konularda tecrübesiz biri zannetmesin.


Her şeyi ezebilecek tek güç sessizliktir.

Herkes kendini anlatmak zorundadır. Ama çoğu insan doğru sözcükleri bulamaz. Bulanlarsa o sözcükleri bulduklarını zannederler ama derinlerde bir yerde hep tereddüt içindedirler, asla emin olamazlar. Çünkü her zaman sözcüklerden daha fazla bir şey vardır. Bir şarkıyı, sanki yeryüzünde dinlenecek başka bir şarkı yokmuş gibi, yüz sefer arka arkaya dinlediğin oldu mu hiç? Anlatamadığın şeyi o şarkıda buluğun içindi o…

…her şeyin çınladığı bir sessizlik…

…ölgün ışıklar…

Kitaptaki Bilmediğim Kelimeler


Bilahare: Sonra, sonradan, daha sonra. (Ar.)
Düstur: Genel kural, kaide. (Ar.)
Ekseriyet: Çoğunluk, çokluk. (Ar.)
Gassal: Ölü yıkayıcı (Ar.)
İhtiyat: Tedbir, sakınm
Kalender: Gösterişsiz, sade yaşamaktan yana olan, alçak gönüllü(kimse), ehlidir, rint./Özensiz giyinmiş, kılıksız.
Mendirek: Dalgakıranla yapılmış liman. (Yu.)
Mütareke: Ateşkes, bırakışma. (Ar.)
Nemrut: Yüzü gülmez, acımaz, can yakıcı. (Ar.)
Tafsilat: Ayrıntılar. (Ar.)
Tahayyül: Hayalde canlandırma, sembolleştirme. (Ar.)
Tasavvur: Göz önüne getirme, hayal etme, zihinde bir kişilik kazandırma./Tasarım./Düşünce, amaç, niyet, maksat. (Ar.)
Vahamet: Güçlük, korkulacak tehlikeli durum. (Ar.)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder